ruh

Ruhun Kendisini İspat Eden Delilleri (drmavi 1988)

Ruha delâlet eden ve görülmeyeni gösteren, henüz arz edemediğimiz daha nice şeyler vardır. Evet ruh, bütün delilleriyle Yaratıcısına delâlet eder; onu ilân ve ifâde eder. Şöyle ki (H. Cisri’den):

1) Beden, kendindeki mekanizmaları sevk ve idâre edecek bir ruha muhtaç olduğu gibi, kâinattaki her şey de, bütün varlık âlemini ve ruhu yaratıp idâre edecek olan Allah’a (cc) muhtaçtır. İnsanda olan her şey, kâinatta da vardır.

2) Bedende nasıl iki tane değil de bir ruh varsa, Rabbimiz de bir olup, şeriki ve ortağı yoktur.

3) Ruhun bedende “şurası” deyebileceğimiz bir yeri yoktur; fakat o, bedenin her yanında hâkimiyetini hissettirir.. et-kemik ve zaman buutlarıyla kayıtlı olmadığından, bedeni terk edip, istediği yerde de bulunabilir. Teşbihte hata olmasın, Cenâb-ı Hakk da her yerde hâzır ve nâzır, fakat zamandan ve mekândan münezzehtir.

4) İrade ve kudret açısından bir ile bin, uzak ile yakın müsavîdir. Güneş nasıl bir cam parçasında da, bin cam parçasında da kendini gösterir.. cam parçaları kendisinden çok uzak olduğu halde, o her birine kendinden daha yakındır; aynı şekilde ruhun da, bir hücre ile trilyonlarca hücreye, bir uzuvla bütün uzuvlara nispeti aynıdır. Aynen bu kaba temsilde olduğu gibi, Rabbimiz de, her şeyi bir şey gibi idâre eder; biz ondan sonsuz mesafelerde uzak bulunmamıza rağmen, o bize şah damarımızdan daha yakındır. Ayrıca, bizi bizden çok daha iyi bilir ve çok daha iyi tanır.

5) Nasıl ruh, bedende olan her şeyden haberdardır ve hiçbir şey ondan gizli değildir, bunun gibi, -iyi bir benzetme olmamakla birlikte- her şey de, Allah’ın (cc) ilmi’nde sabittir.

6) İyilik ve kötülükte bulunma, adam öldürme ve kalpleri imanla ihya etme, hayır ve şer işlemede vasıta olan beyin ve uzuvların kumandanı ruh olduğu gibi, hayır ve şerrin yaratıcısı da, Allah’tır (cc). Ruh, ceset öncesi ve ceset sonrası âlemlerin ezelî ve ebedî olduklarını göstermekle, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan Bâkî-i Hakiki Cenâb-ı Hakk’a delâlet eder.

7) Ruh, gözle görülmez ve mahiyeti de bilinmez; aynı şekilde Allah da (cc), akla gelen her şeyin verasının verasının verasının verasındadır.

8 Ruha ait kabiliyetlerin mükemmeliyeti ve Şehadet Âlemi’ndeki tezahürleri, Cenâb-ı Hakk’ın isim, sıfat, şe’n ve tezahür-ü Rububiyetini akla getirir.

9) Görülme ve mahiyetinin anlaşılması mümkün olmadığından, ruhun varlığını eseriyle tanır ve mevcûdiyetini kabul ederiz.

Melek, Cin ve Rûhî Meselelere İzah Getiren Yığınla Hâdise Vardır

Dünya canlılarla dolu, her canlı ise, kendi hayat şartlarına münasip cihazlarla donatılmış durumdadır. Karada yaşayanlar, denizde yaşayanlar, kısaca bütün canlılar, kendi âlemlerine uygun organizmalara sahiptirler. Bu canlıların, içlerinde bulundukları şartların dışına sıçrayıp da başka bir âleme intikalleri mümkün değildir. İnsan ne kadar üstün cihazlarla bezenmiş olursa olsun, iğne kadar bir balığın hayatını yaşayamaz. Ancak belli cihazları taklit edip kullanmak sûretiyle, geçici olarak onların âlemini ziyaret edebilir.

Evet, şu küçücük dünyada, diğer sistemlere nispetle nokta bile olamayacak kadar şu küçük yerkürede binlerce çeşit hayat ve yaşama şekilleri mevcuttur. Yeryüzünde vaziyet böyle iken, acaba dünyadan çok daha büyük yıldızların, sistemlerin, güneş ve gezegenlerin, oralardaki şartlara uygun canlı ve şuurlu sakinleri yok mudur? Bir çırpıda verilecek “hayır” cevabı elbette ki yanıltıcı olur. Çünkü henüz insanlık, oralara ait şartların içine girip de araştırmada bulunmuş değildir. Okyanusların içine girip de, oradaki canlıları görmemekten gelen bir inkârla, başka dünyalarda olabilecek canlıları inkâr etmek arasında fark yoktur. Denizde boğulmadan yaşayan canlılar olduğu gibi, ateşte yanmayan canlılar da olabilir. Ve öyle bir canlı için en güzel mesken de, herhalde dünya değil, güneş ve güneş gibi yıldızlar olacaktır. Kaldı ki, dünyada bile rûhî güç ve istidatlarından dolayı ateşin yakamadığı nice insanlar vardır. Dolayısıyla, hayat şartlarını sadece kendi dünyamıza kıyas edip, diğer yıldızları şuur sahibi canlılardan hâlî ve boş kabûl etmek, hiç de doğru değildir.

Bir kimyacı ile konuşsanız, bir fizikçi, astrofizikçi ile sohbet etseniz, bir biyolog, zoolog, jeolog ve arkeologla fikir alış verişinde bulunsanız ve tıp sahasında biraz derinleşseniz veya böyle biriyle görüşseniz, karşınıza ne inanılmaz âlemler, ne inanılmaz hayat şartları ve ne maceralı seyahatler çıkacaktır.

Bilmediğiniz veya en azından “ayne’l-yakîn”ine eremediğiniz bu gibi mevzûlarda size anlatılanları kabul etmeseniz bile, hemen inkâra da sapmamak, tutulacak en makûl yoldur. Çünkü konuşanlar, kendi sahalarında ihtisas yapmış kimselerdir. meseleyi mevzûmuzla irtibatlandıracak olursak; bizzat yaşamış, görmüş veya görenlerden dinlemiş olarak melekleri anlatan, cinlerin hayat hikayelerini nakleden ve rûhî meselelere izah getiren binlerce ve yüzbinlerce o sahanın mütehassısı vardır ve onlardan nakledilen yüzlerce hâdise biliyoruz. Anlatılanlar o kadar çoktur ki, meseleye kat’iyyet kesbetmiş nazarıyla bakılabilir. O halde, bu mevzûda anlatılanlara da inanmak veya en azından inkâr etmemek icap etmez mi?

Rûhun Kendine Has Bir Kılıfı, Misâli Bir Bedeni Vardır

Rûhun kendisine has bir kılıfı vardır. Biz, ona misâlî beden diyorsak da, daha başka birçok isimle de anılmaktadır o. ‘Gılâf-ı nurânî’, ‘lâtife-i seyyâle’, ‘esîrî beden’, ‘enerji beden,’ ‘ikinci beden’, ‘perispiri’, ‘duble’, ‘fantom’, ‘astral vücut’ .. vs.

Her şey çift yaratıldığına göre, fîzikî bedenimizin de bir ikizi olması gerekir ki, işte bu, misâlî bedendir. Lâtif ve akıcı olan bu beden, aynı zamanda ruha kılıflık ve elbiselik vazifesi görür; vefattan sonra da rûhu çıplak bırakmaz ve bedeni terk etmekle beraber, ruhla arkadaşlığını devam ettirir. Ruh maddî kılıfı atar ama, misâlî bedeni çıkarıp atmaz.

İslâmî kaynaklarda bahsedildiği ve medyumlar tarafından da tasdik olunduğu üzere, bazı uzuvları kesilmiş insanlarda kesilen uzvun ruhun misâlî bedenine ait varlığı hissedilmektedir.

“Rusya’da Tanrıya Dönüş” adlı kitapta bu meselelerle alâkalı uzun açıklamalar vardır. Meselâ bir grup doktor, aynen şöyle diyor: “Bütün canlıların atom ve moleküllerden yapılmış fizikî bedenlerinin yanı sıra, bir de bunun kopyası enerji bedenleri vardır…”

Misâlî Beden, Cesetten Ayrılıp Aynı Anda Birkaç Değişik Yerde Temessül Edip Görünmesi

Fransızca Le Monde La Vie adlı derginin Mart 1963 sayısında, eğer Hıristiyanlık propagandası maksadı taşımıyorsa- bir rahibin başından geçen şöyle bir hâdise anlatılmaktadır: Bu rahip, bir grup çocukla gezmek için İsviçre dağlarına gittiğinde yolda uyur. Kendine geldiğinde, şuurlu bir şekilde vücudundan uzaklaştığını ve kollarını oynatamadığını fark eder. Kısa zamanda duruma alışınca dağların üzerinden uçmaya başlar. Çocuklar aklına gelince, yanlarına gitmek ister ve gider; sonra eşini hatırlar ve kendini şehirde eşinin yanında bulur. Kendisi hareketlerini bizzat izlerken, onu kimse görmez. Ardından anî bir rahatsızlık hisseder ve kendisini vücudunun içinde bulur; artık geri dönmüştür. Sonra, gördüklerini bir bir anlatınca herkes hayrete düşer. Bu olay, İngiltere’de araştırılıp, doğruluğu kabûl ve teslim edilmiştir.

Yine, Sovyetler Birliği’nde beden dışı seyahat yapabilen yogiler üzerinde çalışılmaktadır. İnsanlar kriz, koma veya trans halinde ve anestezik tesir altında enerji bedenlerini kendiliklerinden dışarı atabilmektedirler.

Esasen temessül, herhangi bir keyfiyette görünme demektir. Melekler de, cinler de temessül edebilir. Rüyâlarda hakikatler, kabirde amellerimiz temessül eder. Ruh da, kılıfı olan misâlî bedeniyle temessül edince, onun da aynen kendisine benzediğini görürüz. Bundan dolayıdır ki, rüyâlarda tanıdığımız kişiler ruhlarıyla temessül ettiği ve görünen de ruh olduğu için, onları sanki maddî şekilleriyle görür ve bilir gibi oluruz.

Ruh, kendi zâtında maddî kılıfı olan ceset gibidir. Mânevî kılıfı da, âdeta misâlî bedendir. Ehlullah temessül ettiği zaman, bu ikinci bedeniyle aynı anda beş on yerde görülebilir. Meselâ onları hapishanedeyken, sabah namazında camide ve aynı zamanda Kâbe’de tavafta görebiliriz. Abdülhamid Cennetmekân Hazretleri hiç hacca gitmediği halde, onu hacda gördüklerini yeminle söyleyenler vardır. Hattâ, “Geldi ve şu evde kaldı” diyenleri dinlemiştik. Halkımız arasında, “Falan muharebede, falan velî gelip yardımda bulundu” şeklinde çok hâdiseler de anlatılmaktadır. Uzağa gitmeye gerek yok; Kıbrıs çıkartmasında falan velî zâtın, pilotun yanına oturup, “Evlâdım, bombaları şuraya, şuraya bırak” diye rehberlik ettiği söylenir. Fakat, hakikî vücutları nerde ise, nerede kendinden geçip vücudu mevhibe-i Rabbanîyi kazanmış, lâtifeleşmiş ve incelmiş ise, kendileri gerçekten oradadır. Bunun dışında misâlî bedenleriyle, aynalar içinde görülen misâlî şekiller gibi değişik yerlerde görülebilirler. Ehlullahtan ‘abdal’ sınıfı içinde bulunanlar, şu anda diyelim camidedirler; ama aynı anda, Efendimizin (sav) huzurunda bulunurlar. Kâbe’dedirler, ya da bir yerde irşadla meşgûldürler. Farkına varılsa, el atılsa, eliniz bellerinden öbür tarafa geçiverir. Çünkü, elinizin değdiği, ne onların asıl vücududur, ne de ruhlarıdır; belki, akıcı ve ruha kılıf olmuş misâlî bedenleridir ve onlar temessül halindedirler.

Güneş bile bir yönüyle maddî olduğu halde, bir iken binlerce yerde temessül etmekte ve görünmektedir…

Hiss-i Kable’l-vukû: Meydana Gelmeden Önce Bir Hâdiseyi Hissetme (Telepati/Telestezi)

Her insanda, yakın veya uzak gelecekte olabilecek hâdiseleri şimdiden hissetme duygusu az çok vardır. Birisini içinizden geçirirsiniz; bir de bakarsınız ki, birkaç dakika sonra o kişi kapınızı çalıyor. Yine, aklınızdan bir şey geçer, bir başkası onu hemen yapıverir. Aranızda belli mesafe olan bir insanla nasıl, neyle, hangi telsiz ve telefonla irtibat kurdunuz da, bu hâdiseler oluverdi? İşte yukarıda temas edildiği üzere, kişinin kendisiyle konuşmasını, yani nefsî konuşmayı yapan nasıl ruh ise, bu bağlantıyı kuran da ruhtan başkası değildir. Bunu madde ile izah etmek mümkün olamaz.

Zaman ve mekânı aşmak, ancak zaman ve mekânla kayıtlı bulunmayan ruhla mümkün olabilir. Çünkü ruh, zaman ve mekânlar âleminden değil, emirler ve kanunlar âleminden olduğu için, bizzat kendisi gittiği gibi, kılıfı ve elbisesini bile çok yerlere gönderip, temessül ettirebilir. Ayrıca, zamanın zaptına, mekânın hapsine ve maddenin kesafetine bağlı bulunmayıp, serbest, âzâde ve aynı zamanda şeffaf ve lâtif bir varlık olduğundan, ilerde meydana gelecek hâdiselerin onun ekranına aksedişi de başka türlü olacaktır. Elverir ki, kişi bedeninin baskısından sıyrılıp, kalp ve rûhun hayatına girerek rûhunu geliştirsin, inbisat ettirsin ve başka âlemlerle münâsebet kurmaya biraz gayret sarfetsin.

Geleceğe ait dersi her şeyden önce yine gelecek verebilir. Zaman, gelecekte gösterecekleri ve getirecekleri ile en mevsuk ve sağlam bir habercidir. Bir insan yaşamadan yaşayacağını yaşayamaz ve yaşayamadığı şeye bihakkın vakıf olamaz. Bu yüzden, geçmişin belgesi çoktur da, geleceğe ait herhangi bir belge yoktur. Gelecek adına, ancak isabet şansı çok zayıf olan tahmin ve zanlarda bulunabiliriz. Fakat, çok tabii olarak İlm-i İlâhî noktasında durum hiç de böyle değildir. İlm-i İlâhînin yanında geçmiş, hal ve gelecek olmadığı gibi, bütün bunlar iç içe bir nokta olarak kalır. Bu sebeple, gelecek adına zan ve tahminle değil de, kesin ve kat’î ifadelerle “Olacak, göreceksiniz…” deniyor ve söylenenler de aynen çıkmış ve çıkıyorsa, o zaman bunu ancak Allah’ın (cc) bildirmesiyle açıklayabiliriz.

Medyumluk ve Yogilik, Madde Ötesi Rûhî Tecrübelerdir (Telepati/Telestezi)

Bilhassa inanmamış dünyâda görülen madde ötesi rûhî tecrübeler, daha çok medyumluk, yogi veya ruh çağırma şeklinde kendini göstermektedir. Ruh infisalleri ve trans halleriyle başka ruhlarla temasa geçme, geleceğe ait haberler verme, eşya ve hâdiselerle oynama ve iddilarına göre, ruh çağırma, ateşte yürüme, vücuda şiş geçirme, dili kesip tekrar yerine yapıştırma ve altı ay bir şey yemeden-içmeden yaşama gibi tecrübeler, bu türden ve çok duyulan hâdiselerdendir.

Ruh, cismaniyetten ve madde dünyasından alâkasını kestiği nispette güç kazanır. Bu sahada kaydedilen tecrübeler, yalnızca medyumlara ve yogilere mahsus olmayıp, öteden beri Hıristiyan mistiklerde, Yahudi ruhânîlerde ve hattâ Budizm, Brahmanizm ve Konfüçyanizm gibi dinlere tabî olanlarla, dünyanın pek çok yerinde halâ varlığını sürdüren çeşitli mezhep ve tarikat sâliklerinde de müşahede edilegelmiştir. Hepimiz, bazı mecmualarda bu kabil şeyleri görüp, okumuşuzdur. Bu türden hâdiselerin İslâm tasavvufunda da cereyan ettiği vâkidir. Meselâ, Rufaî tarikatında, Yogilerin yaptığı türden eza, cefa ve acı çekme.. vücuda şiş sokulduğu halde kan akmaması ve hiç bir yara izinin kalmaması.. avuca, hattâ ağza konan kor ateşin yakmaması gibi tecrübelerin yaşandığı vâkidir. Tabii ki ateşin yaktığı, şişin acı verdiği ve kanın aktığı durumlar da olabilir.

Bütün bunlar, insanın belli âlemlerle bütünleşmiş olmasına ve o sahada gelişmesine bağlıdır. İnsan, ruhla münâsebeti, bir başka ifadeyle, mukaddes ve ulvî bildiği güç ve kuvvetle temas kurabildiği ölçüde maddesine tesir edecek buutların üstüne çıkar. Ruh, o buutlarda maddeyi tesir ve hâkimiyeti altına alır ve artık ruhun kendi alfabesini kullandığı bu konuşma şeklinde ateş yakmaz, şiş kanatmaz, acı duyulmaz; altı ay yemek yenmese de açlık hissedilmez. Çünkü, onun üzerinde mekân kaydıyla birlikte zaman kaydı da kalmamıştır.

Ruh, bedenden infiali ve trans haliyle üç buutlu mekâna tâbi olmadığı gibi, dördüncü-beşinci buutları da aşabilir. Bu durumda zaman ve mekân seli onu fazla müteessir edemez. Çağın fizikçisi meseleyi izah ederken, “Ben kendimi senin üç buutlu mekânının dışında da hissediyorum” der.

Madde kabuğunu kırarak sivrilen böyle ruhlara, kendi âlemlerine has ve kendi makamlarına yaraşır manevralar sayesinde, adeta şeffaflaşmalarına yakışır bir ton ve edada tabiî hâdiseler harikulade ve olağanüstü yanlarıyla inkişaf eder. Günümüzde çok yaygın misallerinden birkaç tane arz edelim: Mesaj de La’ mecmuasında anlatıldığına göre, bir medyum, altı-yedi kişilik bir ilmî heyetin yanında ellerini önündeki masaya koyunca, karşıdaki masa hareket edip gezinmeğe başlıyor.

Bornova’da, çadırda biri, masanın üzerindeki buğdayları yukarıya doğru çıkarmaya başlıyor. Orada bulunanlardan bazıları okumaya geçince “dümen bozuldu.. aranızda kötü niyetliler var” diyor.

Bir zamanlar Ankara’da doktorların dikkatini çeken Dr. Watson, hipnoz yapıp herkesi uyutuyor ve artık onlara istediğini yaptırtıyor; “kollarınızı kaldırın!” diyor, kaldırıyorlar.. “indirin!” diyor, indiriyorlar..

Ruh Ve Kâinat adlı kitapta Bedri Ruhselman yazıyor: “Bir doktor şöyle bir şey anlatıyor: “Eşim hastaydı; ağırlaşınca iki bulutsu şey eve inip onun başında dikildi. O esnada kendinden ayrı bir vücut belirdi; bu vücut, eşimin ense köküne bir kordonla bağlıydı ve çırpınıp duruyordu. Bu vizyonu tam beş saat seyrettim. Nihayet kordon koptu ve bir an şaşalayan ruh, daha sonra yukarılara doğru yükseldi. O anda eşim dünyâya gözlerini yummuş bulunuyordu.”

Medine cephesinde çarpışan Ordulu Fenni Bey anlatıyor: “Medine’de muhasara altında idik. Beşiktaş’taki evimle haberleşmek mümkün değildi. Bir gece rüyâmda evimizde ateş ve duman gördüm. Uyanınca, ara-sıra gayb âlemini müşâhede eden medyum bir erim vardı, onu çağırdım. “Trans haline gir, Beşiktaş’taki falan eve git ve müşahedeni anlat” dedim. Dediğimi yaptı. Gözleri kapalı “Şimdi şuraya geldim, şimdi buradayım; evin kapısını çaldım, içerden yaşlı, başı örtülü, kucağında çocuk bir kadın çıktı” diye anlatmaya başladı. O kadının annem olduğunu anlamıştım. Ere “O kadına, evde ne var ne yok diye, sor” dedim.Cevap olarak,”Dün hanımının vefat etmiş olduğunu” söyledi.

Cennetim taht-ı kademinde olan validem nakletmişti: “Allah (cc) deyince yemekten iştahı kesilen, Muhammed (sav) deyince 24 saat göz yaşı döken bir kadının vefat hastalığında tam bir sene boyunca başında kaldım. Vefatına bir kaç dakika kala, “Su hazırlayın” dedi. İstediğini yaptık, abdest aldı. Kocası da evdeydi ve sapasağlamdı. Kadın, gençliğindeki gibi bir kahkaha attı ve “Dünyâdan daha nasibimizi almamışız. Bu perşembe akşamı ikimizin cenazesi de evde kalacak” dedi. Sonra, bir tüy gibi başı yastığa düştü ve biz onu uzatırken, öbür odadan bir feryat yükseldi. Beyi de vefat etmişti..

Yogilerin, yani bir kısım Hint fakirlerinin icrâ edip gösterdikleri seremoniler hakkında okuyucu en az bizim kadar malûmat sahibidir. Bu mevzû, televizyon programlarından mecmua ve gazetelere, oradan da halk arasındaki söylentilere kadar öylesine intişar etmiş ve her kesimin malı olmuştur ki, 8-10 yaşındaki çocuklar bile bunları biribirlerine nakledip durmaktadırlar. Burada sadece, Alman televizyonu ZDF-İkinci kanalında neşredilen ve daha sonra kitap haline getirilip, satışa sunulan “Terra X” isimli belgeselden bir gösteriyi nakletmek isterim. Spikerin “En ileri derecede acı denemesi, acıya tahammül alıştırması” diye anons yaptığı gösteri, şu şekilde cereyan ediyor: Ağızdan çıkarılan dile, yukardan aşağıya uzunca bir şiş sokulur. Keskin bir kılıçla dil ağzın içinden kesilip bu şişe takılır ve ne ağızdan, ne de dilden kan akmadığı gözlenir. Dil, bir müddet bu halde kaldıktan sonra yerine yapıştırılır ve şiş dilden çıkartılır: Sonra da spiker hayret içinde ilân eder: “İlim, henüz bunu çözemedi.”

Biz Müslümanlar ise, on dört asır evvelinden bu ve benzeri pek çok hâdiseye vâkıf ve âşina bulunuyoruz. Hz. Muavviz’in (ra) Bedir’de kopan kolu, eczahane hükmündeki O Nurlu El’in Sahibi (sav) tarafından yerine yapıştırılıyor ve hiç bir iz kalmıyordu. Uhud’da Ebu Katâde’nin (ra) çıkan gözü, yine aynı el tarafından yerine konup şifa buluyordu. Ve tabîi bunlar, harikalar kuşağının son sınırında cereyan eden mu”cizelerdi…

Ruh Çağırma Seansları (Telepati/Telestezi)

Günümüzde ruh çağırma seansları, hızla çoğalmaya başlamıştır. Hattâ o kadar ki, sokaktaki halk bile ruhla uğraşmakta ve masa üstü fincan oyunları, mahalle gençlerinin evlerine kadar girmiş bulunmaktadır. Bunların neticesinde materyalizm çökmeğe yüz tutmuş ve materyalistler, fizik ötesinde fizik kanunlarına hükmeden daha başka kanunların varlığına inanmaya başlamışlardır…

Entellektüel seviyede, bilhassa ruhî açlıklarının ve ibâdetten mahrum oluşun getirdiği manâ susamışlığını gidermeye çalışan sosyete çevrelerinde vakit geçirmek için tertiplenen poker partilerinin yerini şimdi ruh çağırma seansları almaktadır. Bugün Avrupa, Amerika ve hattâ Rusya’da bu mevzûda kaydedilen gelişmelerin dile getirdiği bir hakikat var. Bu insanlar ne istiyor ve nelerle uğraşıyorlar? Madde ile mi? Hayır! Tamamen madde ötesi, bilinmeyen, görülmeyen kuvvetler ve rûhanî varlıklarla irtibat kurmaya çalışıyorlar. Bu yolla, bugüne kadar izah edemedikleri pek çok hâdisenin izahını bulabileceklerini ümid ediyorlar. Eğlenmenin, heyecanlı seanslarla vakit geçirmenin ötesinde, maddenin ve fiziğin çözemediği, tabiat ötesi pek çok problemin hallinin yine tabiat ötesinde bulunabileceği düşüncesiyle inadı bırakıp, ruh çağırma seanslarını evlerden laboratuarlara ve üniversite kürsülerine taşıyorlar. Rusya’daki telepati çalışmalarının yanısıra, İngiltere’de doktorların ülser tedâvisiyle alakalı ilaçları bir yana atıp, hipnoterapi usûlüyle rûhî mekanizmayı harekete geçirebilecek telkin yoluna müracaat etmeye başlamaları, bu sahada kayda değer gelişmelerden sayılabilir.

Bir mü’min anlatıyor: “Ankara’da bir savcı arkadaşımla Mevlâna’nın ruhunu çağırdık. Yeşil kisvesi ve Mevlevî külâhıyla karşımıza dikilen şahsı ikimiz de gördük. Fakat, yüzünü kaçırıyordu. İhtimal ki, gelen şeytandı ve bize yüzünü göstermek istemiyordu.”

Bir psikiyatrist de, bu mevzûda şâhit olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatmıştı: “Samsun’da bir eve ruh çağırma (cin veya şeytan çağırma) celsesine dâvet edildim. Bu işi yapan, evin küçük kızıydı. Bir masanın üzerine fincanlar ve harfler dizdi; ısrarlı çağırmalardan sonra birinin geldiğini öğrendik.. ve gelen, ismini fincanın hareketleriyle yazıyordu: Belma! Küçük kızın eli fincanla beraber hareket ediyordu. Biz gelene, “Müslüman mısın?” diye sorduk, “hayır” dedi. “Nerelisin?” sorumuza ise, “Mersin’liyim” cevabını verdi. “Bir Müslüman yok mu, gelsin konuşalım!” dedik; gitti, çağırdı ve bu defa masanın üzerinde bir başka isim yazıldı: “Ayşe” . Ona yaşını sorduğumuzda “7-8” cevabını verdi. “Nerelisin?” dediğimizde ise, güneyden bir şehir ismi söyledi. Hangi kitabı okuduğunu sorduğumuzda, “Hanımlar Rehberi” diye cevap verdi.

Sonra, orada bulunan arkadaşlardan biri dedesinin ruhunu çağırdı, fakat gelmedi.. ısrarlı çağrılardan sonra “geldim” dedi. Adını sorduğumuzda söylemedi; fakat usulünce ısrar edilip sorulduğunda “şeytan” diye cevap verdi. Hepimiz donakaldık. Doğrusu, Hz. Adem’den (as) beri insanlığın bu en büyük düşmanı karşısında irkildik ve ne yapacağımızı şaşırdık. Bir aralık aklıma geldi ve “Seni çağırmadık, niye geldin?” dedim. Fincanlarla “İşte Geldim” diye yazdı. “Allah’a inanır mısın?” dedim; “Hayır!” dedi. “Peygambere inanır mısın?” diye sordum; “İnanmam!” diye cevap verdi. Aklıma geldi; “Sana Meyvenin Altıncı meselesini okusam dinler misin?” dedim; “evet!” yazdı. Okumaya başladım: “Nasıl bir fabrika şöyle işler, böyle çalışır, lambaları vardır vb… Öyleyse, bu bir mühendisi gösterir” diye okuduğumda “Evet” diyor; “Öyle de, şu kâinat eczanesindeki nebâtât, otlar, meyveler Allah (cc)’ı gösterir!” dediğimde, “Hayır!” diyordu. Böyle “Evet” ve “Hayır”larla bizi çok uğraştırdı. Sonunda, “Sana Cevşen okuyayım mı?” dedim; “Oku!” dedi. Ben okumaya başlayınca, fincan kızın parmağı altında fıkır fıkır oynamaya durdu.. elimi üzerine koydum, parmağımın altından kaçıyordu. Bir aralık şöyle yazdı: “Bırak şu gırgırı!” Ben devam ettim; sonra dayanamadı, sükut etti ve canı sıkılıp, çekti gitti.”

Evet, pek çok kimsenin duyduğu veya şâhit olduğu, ya da yayın organlarından takip ettiği bu kabil o kadar çok hâdise var ki… Esasen maddenin iflas edip rafa kaldırıldığını ve rûhun maddeye hâkim olduğunu ilân etmemiz için, bize bu misâllerden bir teki dahi yeter. Zirâ cüz’, külle, parça bütüne delâlet etmektedir.

Şimdiye kadar ele almaya çalıştığımız ruhu geliştirmek suretiyle gelecek adına ruhla kontak olma.. keşif ve keramet.. hiss-i kable’l-vukû.. telepati.. içten geçenleri okuma.. medyumluk ve yoga.. ruh ve cin çağırma gibi hâdiselere her mü’min, ruhunun gücü ve kuvvetiyle Allah’ın (cc) izin verdiği ölçüde muttalî olabilir. Bunlar bazıları için üç aylık bir çalışmayla elde edilebilecek şeylerdir. Fakat, hüner bunları elde etmek, havada uçmak veya cinlerle oynaşmak değildir. Bizim için asıl olan, Allah’ı (cc) ve Rasûlü’nü (sav) tanıyıp sevmektir. Kur’ân ve ondaki güzellikler bize kâfi ve vâfidir. Dine, imana hizmet etmek, bu yolda nesiller yetiştirmek ve ruhlarımızı, namzet bulunduğu ebed için hazırlamak bizim için en birinci gâye olmalıdır. Diğerleri, çok da üzerinde durulacak ve kendileriyle meşgûl olunacak türden meseleler değildir.

Vicdan ve Fıtrat Asla Yalan Söylemez

Vicdan ve fıtrat asla yalan söylemez. Evet, fıtrat kanunları yalan söylemez. Eşyanın tab’ında bulunan vasıf ve hususiyetler, insanı aldatmaz. Meselâ, dünyâ “dönüyorum” diyorsa, dönüyordur. Tohum, “beni toprağa atın; şartlar yerine gelince filiz çıkarıp, ağaç olacak ve meyve vereceğim” diyorsa, dediğini yapar. Su, “soğuk bana vurursa donar, buz olurum” derse, dediği gibi olur. Ateş, “yakarım”; yerçekimi, “boşlukta kalma, çeker ve yere çarparım”; bülbül, “şakırım”; yılan “sokarım ha!” diyorsa, dediklerini yaparlar. Evet, hiç bir fıtrat, hilaf-ı vâki beyanda bulunmaz.

Teklif altına giren bir rûh ve vicdanları olmadığı halde cansız maddeler, nebât, ve hayvanat fıtratlarıyla yalan söylemezken, vicdan, dolayısıyla da idrak ve şuur sahibi insan fıtratı yalan söyleyebilir mi? Şuur, bir tanzim edici olarak devredeyse, o zaman vicdan da, fıtratına uygun şekilde fonksiyonunu eda eder. Zihne, şuura, duygulara, lâtifelere yön ve manâ kazandıran meknî bir hazine, bir potansiyel olan vicdanın mühim bir unsuru kalp ve kendinden güç aldığı kumandanı da ruhtur. Evet bir kimse, eğer fıtratı bozulmamışsa ve şuur da vazifesini eda ediyorsa, bu takdirde o insan, kitapları ve kâinat sayfalarına yazılmış delilleri okumasa bile -pek çok düşünürün söylediği gibi- yine yalan bilmeyen sızlanışlarıyla vicdan, Rabbini bulacak ve bilecektir. Şu kadar ki, ruhu hesaba katmadan vicdanı meçhul bir mekanizma içinde kabûl etmek, vicdansızlık ve ruhsuzluk olur.

İnsanın, hayvanlar âleminden ayrıldığı çok noktalardan bir tanesi de, geçmiş ve gelecekle olan bağlantı ve alâkasıdır. Hayvan, sadece bulunduğu ânın lezzetiyle yaşar ve keyiflenir. O, geçmişe ait hâdiselerden etkilenmediği gibi, gelecek için de üzülme, endişe duyma, sevinme, emeller besleme ve plân yapma hususiyetlerine sahip değildir. Bir insanı tokatlamak için bile, kendisini kandırmadan bir kenara çekemezsiniz. Hayvanlar ise, burunlarının dibindeki ölümün bile farkına varamazlar. Eğer, kesileceğinin şuuruna varsaydı, hiç mezbahanede hayvan bulabilir miydiniz? Hayvan, mükellef olmadığı içindir ki, Ahiret’te toprak olup gidecektir. Demek ki insan, maddî hücreler yönünden hayvana benzese bile, bu iki varlık arasında vicdan, akıl, şuur ve idrak gibi önemli farklılıklar vardır. Bunlar gibi, sonsuzluk düşüncesi, ebet arzusu, yok olma endişesi ve zamanın kavranması, geçmişten etkilenip, geleceğe ait sevinç ve kuşkuların yaşanması da, insana ait hayvanlarda bulunmayan hususiyetlerdendir.

Ebet duygusu ve ebet arzusu, ancak ebede namzet ruha ait olabilir. Sonlu ve fânî madde, hiç bir zaman sonsuzluk düşüncesinin membaı ve kaynağı olamaz. İnce elektrik telleri, yüksek gerilimli akımı taşıyabilir mi? Maddî âlemde, insanın iç aynasına ve düşüncesine ebedî yaşama arzusunu aksettirecek ve onda böyle bir duyguyu mayalayacak bir örnek yoktur ki, “Ondan alındı” denebilsin. Öyleyse, sonlu beden hücrelerinin ve kâinat atomlarının ötesinde, başka âlemleri isteyen, “Fâniyim, fâni olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem; isterim, bir Yâr-ı Bâkî isterim, ebedî bir âlem isterim” diyen, sonsuza dilbeste ve ebet âşığı ruhtur.

Ölünün gözleri açık da olabilir; böyleyken, neden görmez? Yaptıklarınızın neden farkına varmaz ve size neden cevap vermez? Beden kışlasının hücre askerleri neden dağılıp gitti ve neden işlemez hale geldi? Cevap gayet basit: Kumandan bırakıp gittiği, ruh güneşi battığı ve o kuş, ten kafesinden kurtulup sonsuz âlemlere uçtuğu, et-kemik evinin o geçici misafiri, eşyalarını toplayarak kordonunu kesip öteler yolculuğuna devam ettiği için!.. Ruh, yine ruh! Hayret! Bedene bakın! 60 yıl yaşasın da, sonra 60 gün dayanamayıp bakterilere mağlup olsun ve çürüyüp gitsin! Söyleyin, yıllarca başımda taşıdığım baş gözdelerim gözlerim! Bir kaç dakikalığına olsun, bana dostlarımı, kitaplarımı ve çiçeklerimi neden gösteremiyorsunuz?

Ölüme geçici bir hayat rengi verilebilir; yani hücreleri, kalp atışları ve beyin fonksiyonlarıyla öldü kâbûl ettiğiniz bir insan, kalp masajlarıyla, elektrik şoku vermekle, ölüme mahkûm denilen uzuv ve vücutları dondurup ilerisi için saklamakla, gelişen cihaz ve keşiflerle, en keskin ve tesirli ilaçlarla hayata döndürmüş gibi olabilir.

Fakat bu, asla ölen insanın hayata döndürülmesi demek değildir. Böyle durumlarda beden, fonksiyonlarıyla ölmüş görünse de ruh, bedenle münasebetini devam ettirdiği ve beden santralına takılı bazı fişleri henüz çıkarmamış olduğu içindir ki bu, bir ölüm ve hayat berzahı sayılabilir. Diyelim ki, teyp kasetinizi va’z veya Kur’ân dinlemek için cihazınıza koydunuz; cihaz çalıştığı halde, ses yükseltici düğme tamamen kısılı kaldığından hiç ses alamıyorsunuz. Bu durumda, siz cihazınızı çalışmıyor zannedeceksiniz; oysa o, çalışmakta, fakat ses vermemektedir.

Aynen bunun gibi, Efendimizin (sav) sarih ve kesin beyanı içinde, “her hastalığa çare bulunacak”, fakat, ruhun beden elbisesinden bütün bütün soyunması, santralına takılı fişleri tamamen çıkarması ve cesede bağlı kordonunu tamamen koparıp ayırması manâsında “ölüme çare bulunamayacaktır.” Bu bakımdan, bazılarının ölmüş görülen veya zannedilen bir vücudun hayata döndürüldüğünü söylemeleri, esasen çalıştığı halde sesi duyulmayan cihazın ses düğmesine dokunmaktan öte bir manâ ifâde etmemektedir.

Meseleyi fıkhî açıdan ele alacak olursak, ruhun terk-i mekân ettiği andan itibaren safha safha yapılan teçhiz, tekfin ve defin ameliyeleri.. cesedin yıkanması, taşınması ve namazının kılınması.. uykusuz kalma, koşuşturma, ağlama, ilânatta bulunma.. komşu ve akrabanın belki ilk defa bu şekilde bir araya gelmesi.. sarsmadan tabutun taşınması ve geçerken ayağa kalkılması.. evet, bütün bunlar çürüyüp toprak olacak bir ceset için mi? Kabir ziyaretleri, Kur’ân okumalar, duâ etmeler, mevlit okutmalar, geride kalan bazı eşyanın hâtıra olarak saklanması, duvara asılan resimler ve hatırladıkça “ah” çekmeler, bütün bunlar çoktan toprak kesilmiş hücreler için mi? İnançsızların dünyâlarında bile ölenlerin mumyalanması, anıtlara çelenkler konulup temenna çekilmesi, bel kırıp diz çökülmesi, devrim şehidi (?) tavsifleri, o kokuşup gitmiş, çözülüp dağılmış pislik kalıntıları için mi?… Her canlıyı tüm ayrıntılarıyla temsil eden genetik şifrelerin faaliyet emri nereden geliyor? DNA’sı, RNA’sı ile hücrelerin hayatiyetini ve atomların faaliyetini sağlayıp, düzenleyen ne? Maddî bütün sebepler hazırken, neden onca araştırmadan sonra, “Hücreye hayat-ruh verilemez” diye itirafta bulunuluyor? Allah’ın (cc) varlığı, öldükten sonraki hayat ve onu yaşatacak olan ruh, hep birbirine bağlı hakikatler değil mi? Ruh hakikatı, dirilme ve hesap verme düşüncesi, zalimle mazlumun ceza ve mükâfat göreceği inancı, içtimâî hayatta çocuklara, gençlere, yaşlılara, hastalara ve sağlamlara, kısaca iman eden her insana bir fren, bir disiplin, bir denge ve saadet sebebi değil midir?

İnkârcıya muhalfarz “ruh ve hesap günü yoksa, inanmakla bizim kaybımız ne, inkârla senin kazancın ne? Daha dünyâda iken, inanan insanın elde ettiği faziletler, insanlık ve mutluluk onun peşin kazancıyken, ya senin o yürekler acısı haline ne demeli? Bir de hesap günü varsa, o zaman düşün, bizim durumumuzu, senin akıbetini!..” demek hakkımız değil midir?

Ruh, Neden Bilinmez ve Görülmez Kılınmıştır?

Allah’ın (cc) Hayy ismine dayanan ve dolayısıyla hayat ve hayatın esası olan ruh, hiç bir sebebe bağlı değildir. O, “Kün!” emri ve İlâhî nefha ile Âlem-i Emir’den, sebeplerin hâkim göründüğü Şehadet Âlemi’ne intikal eder. Ruhun melekût cihetiyle varlığının temelinde ve öncesinde maddî bir sebep yoktur ki, insanlarca bilinebilsin.

Sebepler ve şu maddî âlem, öncesi ve sonrasındaki sonsuzluk sahilleri arasında, hem de buharlaşmaya mahkûm bir damla su hükmündedir. Hele zaman açısından bu âlemin mahiyeti sadece bir gölge, akıp duran nehirde bir parıltı ve çöller üstünde bir halkadır. Bilinebilecek olan cesettir; bilinmeyeni ise, ancak bilinmeyen temsil eder…

Görülmeyen ve bilinmeyen âlemlerden gelen şu maddî âlemde dâima bir incelme, akıcılık, letâfet kazanma ve yine bilinmeyene -meçhule- doğru bir seyr ü sefer hâli hâkimdir.. meçhul ama, malûm olan bir meçhule. Demir yüksek derecede eritildiği zaman akıcılık kazanır ve lâtifleşir. Odun parçaları, yakılınca alev ve karbon olur. Su, akıcıdır ve cüz’i olarak donup katılaşmasının dışında, görülmeyene doğru yükselip buharlaşır. Atomlara indiğinizde, maddî parçacıkların ötesinde karşınıza yine görülmek istemeyen enerji çıkar. Siz de, yükselmek isterseniz yükselir ve kütle ve maddî hacimleriyle insana bakan yüzleri kara olduğundan ‘karadelik’ denilen mahallerde bir perdeleniş müşahede edersiniz. Hissedilip görülmeyen, fakat “varım” diyen elektrik akımının istifadeye sunulması için barajlar kurulur, santraller inşa edilir ve direkler dikilip, teller çekilir. Yaşanmış ve görünen kocaman bir tarihçe-i hayatınız olur da, gider küçücük bir hafıza merkezinde sırlar bohçasına dürülüverir. Ve görülmeyen ruh, ölüm rampasından son ve en çalımlı atlayışıyla, ebediyyen görünüp varolacağı görünmeyen âleme gider.

İki ucu olmayan bir sırlar telinin, insanlar görsün diye bir sahneden geçirildiğini ve üzerine birkaç ampul asıldığını tahayyül edin. Görülmeyen ve mahiyeti bilinmeyen elektrik ve benzeri bir varlığı, ancak ampulde akseden tezahürleriyle tanıyacak ve bilebileceksiniz! Tanıyıp bileceksiniz ama, “yok” diyemediğiniz gibi, “işte şudur” da diyemeyeceksiniz!

Sima, Ruhun Değişmeyen Aynasıdır

Sima, değişmeyen ruhun aynası olduğu içindir ki, kendisi de değişmez. Evet sima, insanın ledünniyatına, ruh âlemine açılan bir menfez, bir penceredir. Yüz hatlarınız ve yüz çizgileriniz, azıcık feraseti olan bir insana, sizin ne kıymette bir ruha sahip ve hangi değerde bir insan olduğunuzu gösterir. İnsanın fizyolojik yapısı, siması, onun ruh ayarının ve ruh kıyafetinin bir kılıfı gibidir.

Siz, bir tarrakayı ifâde etmek için ‘tarraka’ gibi, ‘gürül gürül’ gibi kelimeler kullanırsınız ;-“lafız manânın kalıbıdır” gerçeğine dikkatlerinizi çekmek istiyorum- aynı şekilde, vücudunuza, simanıza yerleştirilen çizgiler ve hatlar da, cesedinizin içinde yer alan ruhunuzun ve karakterinizin kalıbıdır. Feraset erbabı yüzünüze bakıp, kıymet-i kametinizi anlar. Evet sima, âyât-ı tekviniyeye ait yazılarla yazılmış bir kitap gibidir.

Vâkıa psikologlar, kişinin yazmasının, hattâ öksürüp, sümkürmesinin bile onun karakterini ele verdiğini söylerler. Bu mevzûda o kadar sağlam kanunlar vazedilmiştir ki, bir adamın yüzüne baktığımızda, tam olmasa bile büyük mikyasta onun kaç dirhem geldiğini anlar gibi oluruz.

Estetik ameliyat yaptıranlar, hem fıtrata müdahale cürmünü işlemiş, hem de ruhları ile olan mutabakatlarını bozmuş ve ayrıca karşılarındaki kimseleri de aldatmış olurlar. Bu bakımdan bu mesele, üzerinde durulmaya değer bir meseledir.

Âlem-i Emir’den Gelen Rûhun Madde Âlemiyle Temas Kurması

Her makam, belli bir tezahür ister. Âlem-i Emir’den gelen rûhun madde âlemiyle temas kurabilmesi için maddî vasıtalara ihtiyaç vardır; çünkü, eşya ve hâdiselerle temas kurmada sadece ruh kâfi değildir. Bedenin tek başına Misâl Âlemi’yle temas kurmuş mümkün olmadığı gibi, içinde yaşadığımız sebepler âleminde de ruh el, kol, kulak, dil, göz, ayak gibi maddî sebeplere muhtaçtır.. ve, Şehadet Âlemi’ne uzanan bu uzuvlar vasıtasıyla eşya ve hâdiselerle münasebete geçer.

Ruh, merkezî bir santral görevi yaptığından, bu uzuvlardan herhangi birinde meydana gelen bir arıza sonucu, o uzva ait fiş, rûhun ilgili pirizine sokulamadığı takdirde, arada temas mümkün olmayacağından ruh, dışa uzanan o uzvunu çalıştıramaz. Meselâ, kendisiyle beynin sağ tarafına kumanda ettiği fiş çıkmışsa, o noktada ruhun teması kopmuş olacağı için felç hâdisesi meydana gelir ve artık ruh, o bölgeye hükmedemez. Haliyle, beynin yapacağı hiç bir şey yoktur.

Beynin üzerinde yapılan çalışmalar neticesinde bir takım bölgelerin uyarılmasıyla parmak ve ellerde bazı kaba hareketler hasıl edilmişse de bunlar, bir düğmeyi bile ilikleyemeyecek kadar kaba ve şuursuz hareketler olmaktan öteye geçmemektedir. Bu, aynen piyanonun düğmelerine dokunup, notasız, manâsız ve karışık sesler çıkarmak gibidir. Bu sebeple beyin, piyano misâli kendisini manâlı ve bir gayeye yönelik olarak harekete geçirecek irâdeli ve şuurlu bir varlığa, yani ruha muhtaçtır.

Esasen, gözleri gördüren de beyin değil, ruhtur; beyin sadece bir vasıtadır. Gözler kapalıyken rüyâda nasıl gördüğümüzü anlattık. Rüyâ dışında kapalı gözlerle nasıl görülebildiğine de bir kaç misâl verelim: Misâlimiz yine Rusya’dan, yani madde ötesi her şeyi inkâr eden kaba bir dünyâdan olsun. ‘Rusya’da Tanrı’ya Dönüş’ adlı kitapta anlatıldığına göre, 1962 yılında, Nizhni Tagil şehrinde doktorlar Rosa isminde bir kızın gözlerini bağlayarak deneyler yapmışlar ve kızın, parmak uçlarıyla görüp, renkleri ayırdığını ve yazıları okuduğunu müşahede etmişlerdir.

İtalya’da Pesavo hastanesi müdürü Prof. Lambrozo, kendi yazdığı kitapta naklediyor: “14 yaşında bir kız hastam vardı; sinir nöbetleri geldiği zaman ne gözü görüyor, ne de burnu koku alıyordu. Bunların yerine, burnunun ucu ve sol kulak memesiyle görüyor, mektupları okuyor, ayak topuklarıyla da kokuları rahatça alabiliyordu.”

Bir arkadaşımız, “29.1.1989 günü Alman televizyonu ARD’nin birinci kanalında neşredilen bir medyumun gösterisine şahit oldum” diyor ve şunları anlatıyor: “Son derece büyük bir salon ve müzeyyen masalarda sosyeteden insanlar. Sahnede, gözü siyah bir bant ile bağlanmış bir kadın ve yardımcısı bir erkek; ikisinin elinde de mikrofon var. Medyum bir sandalyeye oturmuş; yardımcısı ise salonda masalar arasında dolaşıp herkesin yanına varıyor ve üzerlerinde bulunan eşyayı, masadaki yiyecekleri ve daha başka şeyleri mikrofonla onlara soruyor; medyûm da, uzakta bulunmasına ve gözleri bağlı olmasına rağmen, sorulanların cevaplarını en ince teferruatına kadar târif ediyordu. Meselâ adam, salonun öbür ucunda bir masanın başına geçip, “Bu masada ne var?” diyor ve kadın, başlıyor saymaya: “Kırmızı, burmalı kristal bir tabak içinde bir mum… Yanında şöyle şöyle bir tabak ve içinde şu yiyecek; sonra şu, sonra şu..” Yardımcısı, bir izleyicinin elindeki anahtarı alıp “Bu ne?” diye soruyor; medyum, belirttiğimiz gibi gözleri bağlı ve arada en az 100-150 metre var; “Bir Wolkswagen anahtarı” diyor. Hayret, bu kadar mesafeden hem de küçük bir anahtarı, ne anahtarı olduğunu bilecek kadar görebiliyor. Adam, eline küçük bir el çantası alıyor, arkası da kadına dönük ve uzakta. Soruyor, “Bu ne?” “Üzerinde dört pırlanta bulunan, siyah renkli ve içinde şu şu malzemeler olan bir çanta” diye cevap alıyor; çantayı açtıklarında, gerçekten aynı şeyler görülüyor.”

Evet, göz kapalıyken gören ne? Ruh, beyin sistemiyle birlikte diğer bütün organların baş idarecisidir. Ancak idâreciliğini yürütebilmesi için, bu âlemde geçerli olan sebeplere ve uzuvlara ihtiyacı var; ancak bu ihtiyaç da sebepler dairesi içinde ve belli ölçüdedir. Diyelim ki göz, ona bu Şehâdet Âlemi’ni seyrettiren bir pencere vazifesi görüyor; o kapansa bile insan, yine aynı vazifeyi görebilecek başka pencereler bulabilir. Bu, medyum ve yogilerdeki gibi, ya çalışmak ve cesede rağmen ruhun inkişafıyla kesbî olur; ya da Allah’ın (cc) dilediği, istediği ruha bu kabiliyeti lûtfetmesiyle…

Bedene Hâkim Olan veya Bedende Mahkûm Olan Ruhtur

Ruhun içine girdiği cisimde canlılık emareleri belirir; ruh gidince de, adem-i merkeziyet olur ve mekanizmada bozulma ve kokuşma başlar; hücreler dağılır ve çürür, her şey darmadağın olur-gider. Demek ki, ruh bir cevherdir; beyin, uzuv, duygular ve bütün bedenin faaliyetleri de, o cevherin fonksiyonlarından ibarettir. Ruh, insan vücudundaki bütün fakültelere, beynin bütün merkezlerine, ayrı ayrı bütün bölümlerine ve tüm organlara hâkim olup, onlara hayatiyet kazandırır.. akıl, kalb, zihin ve duyguları faaliyete geçirir; çünkü o, tıpkı fişleri kendisine sokulduğunda bütün sistemleri, bütün fakülteleri çalıştırıp onlara fonksiyonlarını eda ettiren, bünyesinde binlerce delik ve kontak prizi bulunan bir santral gibidir. Fişlerden birinde bir arıza ve fizyolojik bir kusur olduğunda, o fiş ve bağlı olduğu organ devreden çıkar, çalışmaz hale gelir. Sözgelimi, sinir sistemi fişlerinin ruh santraliyle irtibatının kopması neticesinde, felç ve kötürüm kalma gibi rahatsızlıklar meydana gelir. Ruh santralına uzanan kablolarda ve fişlerde, cinlerin ve sair faktörlerin sebep olduğu cinnet hali gibi, kısa devrelerin meydana geldiği de olur. Rabbinden gelen belâ ve musibetler, hastalık ve fizyolojik bozukluklar karşısında, bedene hâkim durumda bulunan ruh, bu defa bir mahkûm ve meflûç vaziyetine düşer. Zaten aslında o, kendini var edip ayakta durduran Kudret-i Sonsuz’a dayanmadığı zaman, eli-kolu bağlı bir esirdir.

Beynin Fonksiyonları, Sinir Hücrelerindeki Reaksiyonlarla Olur

Beynin fonksiyonları, sinir hücrelerindeki biyokimyevî reaksiyonlardır. Bu fonksiyonlar hakkında bildiğimiz, onların elektro kimyevî karakterde oluşudur. Verdiğimiz bir karar, elektrik akımlarıyla çeşitli kaslara iletilir; yani, beyinde dopa, dopamin ACTH uyarıcısı vb. maddeler reaksiyona girer; bunun neticesinde parçalanma veya birleşmeler olur. Kimi moleküller ‘yükseltgenirken’, kimileri de ‘indirgenir’. Elektronlar alınır verilir; neticede uzuvlara elektrik akımı intikal eder ve davranışlar husule gelir.

Canlı vücutlarda her altı ayda bir bütün hücreler tamamen değişir. Kanda saniyede onbin alyuvar ölüp, onların yerlerine yenileri yaratılır. Bir hücrede saniyede oniki terkip meydana gelir ve bu, saatte yaklaşık kırkbeşbin terkip eder. Yani biz, bu yönümüzle hep aynı olarak kalmamaktayız. Eskiyen gömleğimizi, ceketimizi değiştirdiğimiz gibi, sürekli etimizi-bedenimizi de değiştirmekteyiz.

Beyinde reaksiyon öncesi bazı maddeler vardır. Bu maddelerin reaksiyona girmesiyle uzuvlara intikal eden elektrik akımı sayesinde kararlar kaslara iletilir; sürekli değişen maddî eller de, bu kararları icra eder. meseleyi dışa akseden bu yönüyle değerlendirir ve icraatı yürütenin gerçekte cesedimize ait uzuvlar olduğunu kabûl edersek, o zaman bugünkü hukuk düzenini allak bullak etmiş oluruz. Çünkü, böyle bir durumda, bugün tatbik edilen hukuk sisteminin yürürlükten kaldırılıp, yerine tamamen farklı bir sistemin getirilmesi zarûridir. İsterseniz, herhangi bir mahkeme salonuna hayâlen hep beraber gidelim. Orada geçtiğini farz ettiğimiz şu konuşmayı ve neticede verilen kararı dinleyelim:

Hâkim, suçluya sorar: Bu cinayeti ne zaman işledin?

Suçlu cevap verir: Bir sene önce, efendim.

Karar bellidir: Suçlu affedilecektir; ve hâkim, kararı okur: İşlenen cinayetin üzerinden bir sene geçmiş ve şimdi o tetiği çeken parmaktaki bütün hücreler, hattâ maznuna ait bütün hücreler de esasen değişmiş bulunduğundan, cinayeti işleyen asıl katilin cezalandırılması mümkün görülmediği için, maznunun beraatına oy birliği ile karar verilmiştir.”

Tabiî ki yeryüzünde böyle bir ceza hukuku olmadığından, verilen kararın hangi maddelere istinaden verildiğini de söyleyemiyoruz. Veya, yine hayâlî bir mahkemede yine bir cinayet suçlusunun şöyle bir müdafaa ile mahkeme heyetinin karşısına çıktığını görüyoruz: “Saygıdeğer mahkeme heyeti, Evet, ortada bir cinayet vardır. Fakat bu cinayetin faili ne benim, ne de bir başkasıdır. Çünkü bir defa, bana suçu işleten, beynimdeki bir takım elektriklenme ve reaksiyonları meydana getiren molekül ve maddeciklerdir. Sonra, bu cinayet işleneli tam sekiz ay oluyor. Hücrelerimin tamamen değiştiği, sayın mahkeme heyeti üyelerinin malûmudur. Dolayısıyla, sekiz ay evvelki benden şimdi eser bile kalmamıştır. Bu itibarla, başka hücrelerin işlediği bir cinayetten şu mâsum hücrelerim herhalde sorumlu tutulamaz.”Kimse bir başkasının suçundan mes’ûl değildir” hakikatı gereğince, suçsuzluğum sâbit olduğundan beraatımı ve adaletin bu yönde tecelli edeceği hakkındaki kanaat ve ümidimi saygı ve hürmetlerimle belirtmeme müsâdelerinizi arz ve talep ederim.”

Şimdi, cezaya lâyık ve müstehak olanın ruh olduğu kabûl edilmeyecekse, benzeri bir yargılama ve müdafaa uygun değil midir? Katil hücreler çoktan sırra kadem basmış, yeni gelen mâsumlarınsa hiç bir şeyden haberi yok.. öyleyse suçları da yok. Haydi bir hata oldu ve onlar cezalandırıldı diyelim.. bu defa, cezayı altı aydan fazla çekmemeleri gerekir; zira, altı ay içinde ölecekler ve yerlerine yeni mâsumlar gelecek. Evet, insanı sadece madde olarak düşünürseniz, o zaman işin iç yüzü ve hakiki yönü bu olur; ama, insan maddeden ibaret değildir ve hâdiselerde asıl fail, bütün beden ve duygularla alâkalı sistem ve bedenî merkezleri sevk ü idâre eden, onları kumandası altında tutan ruhtur. Beden, sadece ruhun bir âletidir; dolayısıyla, ceza da ruha verilmektedir.

İnsanı, her şeyiyle maddeden ibaret görüp; onun duygu, düşünce gibi bütün mânevî yönlerini beynin fonksiyonlarından ibâret saydığımızda, emekliliğe de hakkımız olmaz.

Her şeyden önce, bir sene çalışmakla veya altı ay emek sarfetmekle emekli olmak mümkün değildir. 25 yıl çalışan bir kimse, 25 hattâ 50 vücut değiştirmişse, herhalde 50 çarpı emeklilik maaşına da kimse yanaşmaz. Sonra, haydi emekli oldunuz diyelim; o zaman da emekliliğinizin üzerinden bir yıl geçtikten sonra daha fazla emekli maaşı almamanız gerekir; çünkü, çalışarak emeklilik hakkını elde etmiş olan siz, bir sene sonraki siz değilsiniz. Gelin, en iyisi mi, bu çıkmazları bir yana bırakalım ve verilen emekli maaşı, değişip duran bedenin üstünde değişmeyen ruha, ceset elbisesinin yıpranma payı olarak veriliyor deyip kurtulalım!

İnsan Sadece Maddî Bir Varlık Olsaydı…

İnsan, sadece değişip duran hücrelerden ve maddeden ibâret kabul edildiği takdirde, her sene başka bir anne değiştirmek zorunda kalmayacak mıyız? Annemiz, bizi dünyâya getirdikten altı ay sonra annemiz olma vasfını kaybetmeyecek midir? Ama, bizim için annemiz, her zaman aynı annemizdir; çünkü o, hücreleri altı ayda bir değişse de, değişmeyen yanıyla, evet, o muallâ ruhuyla hep, “Cennet, ayaklarının altında” olan annemizdir. Anne-babalık, evlatlık ve kardeşlik, değişen madde ve hücrelere değil, değişmeyen ruhlara istinat eder.

Hücrelerimiz değişirken, ahlâkımız, karakterimiz, kabiliyetlerimiz, huylarımız, prensip ve alışkanlıklarımız, fikir ve düşüncelerimiz, his ve duygularımız, bilgimiz ve kazandığımız vasıflarımız, makam, meslek ve şöhretimiz değişen yanlarımızla değişip başkalaşmıyor.. şayet bütün bunlar, maddeye bağlı olsaydı, değişen maddî yanımız ve hücrelerimizle birlikte onların da başkalaşma manâsına, değişmeleri gerekmez miydi?

Yıllar sonra gördüğümüz bir arkadaşınıza “hiç değişmemişsin” diyoruz.. halbuki, o altı ayda bir değişti. O halde, değişmeyen neresi? Belki ahlâken değişmemiştir. Değişse bile bu, tedricen yukarıya veya aşağıya doğru olmuştur. Umûmiyet itibâriyle, kazanılan iyi veya kötü ahlâk, hele meleke haline gelmişse zor terk edilir. Alışkanlıklar da böyledir. Oysa, insan maddeye bağlı olunca, bu takdirde yılda bir ahlâk değişimine uğramalı değil midir?

Yıllar süren el alışkanlığı ve geliştirilen bir kabiliyet, hücrelerle birlikte her sene neden değişmiyor? Bir kabiliyeti inkişaf ettirmek için neden yılların meşakkati gerekiyor? Ve, neden kazanılan bir sanatkârlık, bir ustalık, bir hattatlık, bir marangozluk vb. unutulmuyor?

Şahsî fikir ve düşüncelerde, tabiatıyla hücrelerin değişimine bağlı olmaksızın, zamanla değişme ve gelişmeler olabilir; fakat, vahiy ve sünnetten kaynaklananlar, kıyamete kadar değişmez. Bunun gibi, her insanın, kendine göre sabit ve değişmez kabûl ettiği prensipleri de kolay kolay değişmez; hücreler değişirken onlar aynen kalır. Peki, prensipleri belirleyen ve düşünceleri akort eden hangi kuvvettir?

İlim edinmede elde edilen bilgilerden bazıları zamanla unutulsa bile, her yıl periyodik bir değişme ve yenilenme olmaz. Bir unvan kazanmış, doktor ya da profesör olmuş birine, “hücrelerin değişti, öyleyse ilmin ve unvanın da kalmadı, cübbeni çıkar ve makamını terk et” diyebilir misiniz?

Yoksa, insanın kazandığı bilgileri, edindiği ahlâk ve alışkanlıkları, yeni hücrelere eskileri mi öğretmektedir? Eski hücreler ölüp giderken, “vasiyetlerim” diyerek, kimyanın girift denklemleriyle formüllerini, uzayın esrarlı trafiğini, tıbbın akıl almaz âlemlerini ve fıkhın binler fetvalarını.. yeni yaratılan hücrelerin beyinlerine zerk mi etmektedirler?

Bütün insanlarda, belki aynı hücrelere ve aynı beyin fonksiyonlarına rağmen, her bir insanın akıl, irâde ve şuurunun değişik tarzda olması, insanlar arasında derin fikir ve düşünce ayrılıklarının bulunması, ilim, irfan ve kabiliyetlerin büyük farklılıklar göstermesi, beyindeki moleküllere ve durmadan değişen hücrelere verilebilir mi? Aynı şartlarda çalışan ve aynı hammaddeyi dokuyan tezgâhlardan aynı mallar çıkar. Kumaş fabrikası, çimento imal etmez; kimya laboratuarında ekmek pişirilmez. Öyleyse, beyin imalathanesinde de farklı ve değişik neticelerin hasıl olmaması gerekir. Ama, işte insanlar ve işte aralarındaki bunca farklılıklar! Demek ki, her insanı kendi nev’ine münhasır kılan, sadece ruhun hususiyetidir. Beyin ve onun işleyişi aynıdır ama, kumandanlar farklıdır. Ve, bütün insanlarda umûmî kanun olarak hücreler değişip yenilenmesine rağmen, insandan insana değişen fikir ve kabiliyetler, her bir insanda hücrelere bağlı olarak değil, ancak ruhtan kaynaklanan faktörlerden dolayı değişiklik göstermektedir.

İnsanın, eşya ve hâdiselerin o sonsuz derecedeki muhteşem güzelliklerini ânında hissetmesi, onları manâ imbiklerine atıp yeni terkipler içinde değerlendirmesi, bazen bir kelime veya bir cümle ile, kitaplara sığmaz hakikatların engin ufuklarına doğru kanatlanıp pervaz etmesi, âfâkî tefekkürle yeni yeni terkiplere ulaşması, enfüsî manâda alabildiğine derinleşip yeni yeni ufuklar keşfetmesi, sadece yazıp okuyanın değil, aynı zamanda yaşayan ve duyanın hallenebileceği bir eda ve hava içinde esmâ, sıfât, Zat demesi, bir âlemden yola çıkıp binlerce âlemde seyr ü seyahatta bulunması ve seyahatiyle elde ettiği irfan ve izan hüzmeleriyle iman peteğini örmesi.. evet, bütün bunlar, hangi moleküllerle izah edilebilir?

Duyup işittiğimiz binbir çeşit sesleri, tattığımız bunca lezzetleri, seyrettiğimiz güzellikleri, tatlı, acı, güzel, çirkin, bed, hoş diye saydığımız vasıfları, sevme, beğenme, hoşlanma, tiksinme, korkma, ürkme, şevke gelme, pişman olma, coşma ve heyecanlanma gibi duygu ve manevî faaliyetlerimizi nasıl o ölü moleküllere verebiliriz?

Bazen insan öyle bir ruh haletine sahip olur ki, genişliğine rağmen koca dünya kendisine dar, sıkıcı gelir ve herkes, hattâ bütün kâinat onun gözünde mâteme bürünmüş görünür.. bazen de o, öyle bir hâlet-i ruhiye elde eder ki, evin dört duvarı arasında kendini cennette sanır ve çocuklarını, ailesini, komşularını, hattâ her şeyi unutabilir. Öyle zaman olur ki o, dünyâya bir top gibi tekmeyi vurur, yıldızları, galaksileri merdiven yapıp semâlara urûc eder.. ve öyle zaman da olur ki, masa başında bir kadeh veya sokakta bir bakışın tesiriyle aşağıların aşağısına iner, iner de, inişine çukurlar, derinlikler yetmez olur. İnsan üzülür, ağlar, sıkılır, dert ve ızdıraplar içinde kıvranır, ya da sevinir, güler, huzur duyar ve dünyâlara sığmaz. Yalnız kalır, kabz kabuğunda boğulur.. bir mescit veya gül bahçesi gibi arkadaşlar meclisine girer, bu defa da, üzerindeki bulutların sıyrılmasıyla, yeni açmış bir gül olur. Ne ile izah edeceğiz bütün bu hâletleri; yine moleküllerle mi?

Duvarların tuğlalarının değişmesi misâli hücrelerimiz durmadan değişip yenilendiği halde, simamız neden değişmiyor ve kaşımız, gözümüz, burnumuz, ağzımız, ten yapımız hangi plân ve programa göre sabit ve değişmez kalıyor? Sonra, bir darbe veya yara neticesi derisi düştüğünde bile parmak iziniz, nasıl oluyor da kendine has modeli koruyabiliyor? Artık ilim adamları, kişileri tanımada parmak izlerinin yanı sıra, “Her insanın göz yapısı da kendine hastır” diyerek, gözleri de kullanmaya başlamış bulunmaktadırlar. Bütün bunlar, her insanın kendine has bir ruhu olduğunu ve Allah’ın (cc) kudretiyle bu ruhun, o insanın simasını ve parmak ve göz yapısını aynen muhafaza ettiğini göstermez mi?

Kendi âlemine has faaliyetleri, seferleri, ulvî âlemlerde kanat çırpmaları, kalp ile beraber bütün lâtifelerini çalıştırıp Allah (cc) karşısında halden hale geçmesiyle ruh, yorgun düşer; ardından tekrar âlem-i şehâdet’e dönerek, meşrû dairede lâtif münasebetlerle sıklet ve tazyikini hafifletebilir. Bu, meselenin bir yönü; aynı meselenin bir de diğer yönü daha vardır ki, o da şudur:

Diyelim ki, gün boyu 8-10 saat çalışıp, yoruldunuz. Son anda birisi telaşlı telaşlı gelip, ya çok sevindirici, ya da -Allah (cc) uzak eylesin- çok üzücü bir hâdiseyi haber verdi. Bu durumda ne yaparsınız? “Dur, önce biraz dinleneyim, çünkü yorgunum” mu der; yoksa, o müthiş ve bir anda ön plâna geçen vak’anın tesiriyle bedenî yorgunluğunuzu bir kenara bırakıp, hadise mahalline mi koşarsınız? Tabiî ki, ikincisini yaparsınız. Şimdi, burada bedenî yorgunluğa rağmen dinç olan nedir ve kimdir? Evet, bazen ciddî bir hâdise karşısında insanın iki-üç gece uyumadığı olur. Meselâ, size Sultan Fâtih’in veya Hz. Hamza’nın (ra) geldiğini haber verseler, yorgunluk veya uykusuzluk ayağınıza kement olabilir mi? Şimdi, yürüyemeyecek derecede yorgun ve ağırlaşmış bulunan bu vücudu birden ayağa kaldırıp şevkle yürüten ve yorgun beyni harekete geçiren nedir?

O dehşetli muharebelerde Mehmetçiğin aylarca gözünü kırpmadığı olurdu. İki-üç kişinin kaldıramadığı gülleleri omuzuna alır ve düşmana fırlatırdı. Ceset yorgun-argındı ama ruh, bütün zindeliğiyle ayaktaydı.

Peygamberler ve Evliyâullah Gelecekten Haber Vermişlerdir

Evliyâullah, ilmini Allah’a (cc) havale etmek suretiyle gelecekten haber vermişlerdir. En başta Üstad-ı Küll, Kâinatın Fahri Efendimiz (sav)’in bu türden haberleri çoktur. Evet O, kıyâmete kadar zuhur edecek hâdiseleri bir televizyon ekranında seyrediyor gibi ümmetine bir bir takdim buyurmuştur. Hz. Ali-Hz. Zübeyr Vak’ası (Cemel Savaşı), Hz.Osman’ın şehadeti ve Hz. Fatıma’nın vefatı, haber verdiği hâdiselerden sadece bir kaçıdır.

Bu tür haberlerin bazıları açık ve tevile ihtiyaç duyulmayacak kadar vâzıhdır. Bir kısmının hakikatına ise, ancak Kur’ân’ın müteşabihatı nev’inden te’vil ve tefsirlerle yükselmek mümkün olabilir. Bir diğer kısmı da, ancak ehl-i tahkikin anlayabileceği türdendir. Daha sonra, ehlullahın bunlardan yaptıkları istihraçlar ve bunlara dayanarak vardıkları hüküm ve haberler ise, ya doğrudan Kur’ân’a ve Aleyhissalâtu ve’s-selâmın sünneti ve ifâdelerine, ya da Mişkât-ı Nübüvvetin vesâyâsı altında kendi gönüllerine ve ruh dünyâlarına esip gelen ilhamlara dayanmaktadır. Bunların her biri, Efendimizin (sav) ilm-i ledünnîsinden, gönül kabının hacmine göre bir şeyler doldurur ve bu suretlebazı hakikatlara nigehbân olurlar.

Evliyâullah, gelecekle ilgili hakikatleri görürken bazen mesafeyi tam ayarlayamadıklarından, neticede tespiti tam yapamazlar. Bazen da hâdiseleri semboller halinde görürler.. Allah, (cc) kendilerini bu türlü hadiselerin yorumuna muttali kılmadığı için te’vil ve tefsirde hataya düşerler. Onlar tefsirle alâkalı bir şey söyler; halbuki murad-ı İlâhî başkadır. Aynen rüyâ tabirlerinde olduğu gibidir bu. Meselâ, rüyânızda bir elma görür ve “Allah (cc) bize lütufta bulunacak, maddî-mânevî tatlılık göreceğiz” der ve öyle tabir edersiniz. Oysa ki, elmanın Misâl Âlemi’nde sembolize ettiği hakikat, heva ve hevesin kuvvetlenmesi de olabilir. Yine, rüyâda bir eve Cebrâil’in (as) girdiği görülür, İlâhî esintiler, yümün ve bereket gelecek diye beklenir; halbuki o, yüce bir ruhun öbür âleme çağrılmasını temsil ve ifâde ediyor da olabilir.. Bu mevzûda verilebilecek misâller pek çoktur.

Velîler için de durum böyledir. Gelecek adına aldıkları sembolleri te’vil ederler, fakat te’villeri aynen çıkmayabilir. meseleyi bir çekirdek halinde görür, te’vilini çekirdeğin ağaç haline göre yapar ve yanılırlar. Bu yanılma, peygamberler dışında herkes için vakîdir. Peygamberlerde de benzer bir yanılma vuku’ bulacaksa, onu daha önceden Allah (cc) düzeltir. Çünkü peygamberler, ümmetleri için mutlak taklit edilmesi gereken önderlerdir. Eğer hataları hemen düzeltilmezse, bu hatalar bütün bir ümmete sirayet eder.

Gözü yaratıp -sınırlı da olsa- tenezzühü için uzanabileceği dünyaları var eden Allah (cc), elbette gözün kumanda edicisi ruha da kendi âlemine has seyahatler yaptıracak ve ona madde ötesine has misâlleri, sembolleri, levhaları ve geleceğe ait sayfaları gösterecektir.

Muhyiddin b. Arabî, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan bir asır önce yaşamış olmasına rağmen, Edirne kütüphanesinde bulunan ve Efranî tarafından tercümesi yapılmış olan “Şeceretü’n-Nu’mâniyye” adlı eserinde, Osmanlılar devrinde zuhur edecek pek çok hâdiseyi aynen haber vermiştir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan ve Şam’la Mısır’ın fethinden Yavuz Selim’in Şam’a girmesiyle kendi kabrinin ortaya çıkarılacağına kadar bir düzine hadiseden rumuzlu bir şekilde bahseder. Yine aynı eserde, Hafız Paşanın dokuz ay muhasara etmesine rağmen Bağdat’ı alamayacağı ve fethin 40 gün içinde Dördüncü Murad’a müyesser olacağı anlatılır. Dünyâya gelmesinden asırlar önce, Sultan Abdülaziz’in katledileceğini haber verir. Muhyiddin b. Arabî, bu eserinde Rus-Japon savaşından söz ettiği gibi, Müslümanların düşmanlarıyla muharebe edeceklerinden ve neticede galip geleceklerinden de bahseder. Türkler hakkında da “Türkler için muzafferiyet ve saadet var” der.

Bitlisli Mustafa Müştak Dede, Divan’ında Ankara’nın başşehir olacağını 70 sene evvelinden haber vermişti. Şiirinin mısra sonlarına düşürdüğü harfler, Osmanlıca olarak yan yana dizildiğinde -elif, nun, kaf, rı, he- Ankara’yı gösterdiği gibi, bu hâdisenin savaşlar neticesi gerçekleşeceğini ve Hacı Bayram’dan bahisle de, Ankara’nın başşehir olacağını gayet açık bir şekilde ifâde etmektedir.

Mevlânâ, yedi yüz yıl evvel, “çok küçük canlılar görüyorum; ağızları var ve yiyiyorlar” diyerek mikrop veya bakterilere işaret ediyordu.

Yine asrımızda bir tefsirci, seneler evvelinden, 1971’de bir muhtırayla ordunun Türk siyasi hayatına vaziyet edeceğini haber verir. Kendisine “Ne zaman?” diye soranlara da cevabı, “12 Mart” olur. Aynı şahsın 1980 hareketini haber verdiği de söylenmektedir.

Velîlerin bu ve benzeri gelecekle ilgili ihbarlarını hangi fizikî gerçeklikle ve hangi atom kanunuyla veya nasıl bir göz, ya da beyinle izah edebiliriz? Hayır.! Bu tür hâdiseleri, geleceğe uzanan ruhun Allah’ın (cc) inâyet ve izniyle önceden haber alması dışında başka bir şeyle izah etmek mümkün değildir.

Telestezinin bir kolu olarak gelecekten haber verme meselesi, kâhinlerde, medyumlarda ve falla uğraşan kâfir kişilerde dahi görülebilir. Bu mevzûda, dünya matbuatında anlatılan sayılamayacak kadar çok hâdise vardır. Meselâ, Amerikan mecmuaları, Madam Gibson adlı bir kadının yıllarca dünyâ mukadderatına dair pek çok şeyleri önceden haber verdiğini neşrettiler. Bu kadın, Kennedy’nin öldürüleceğini, Hindistan ve Pakistan’ın 1947 yılında ikiye ayrılacağını ve Albay’ın Pakistan’da kalacağını daha bu hadiseler olmadan evvel haber vermişti. Hattâ, Ankara’daki zelzeleden bile bahsetmişti. Kadın velî değil, fakat Hakk’ın izni ölçüsünde gayba ıttılaı var. Bazı ruhlar, bu duruma müsaittir. Bunlar trans haline geçip, kendilerine has şeyler yapar ve söylerler. İster cin, ister şeytanla ve ister habis, ister tayyib bir ruhla olsun, fizik ve madde ötesiyle temas kurar ve haber verirler. Her hakikatı maddede arayan ve hep “tabiat”, doğa” deyip duranlar, bugün dedikleriyle beraber çatırdıyor ve maddeleriyle beraber yıkılıp gidiyorlar. Ruh ise, her yerde varlığını koruyor.

O, Kurbiyetine Mazhar Kıldığı Kişinin Gören Gözü, İşiten Kulağı, Tutan Eli Olur

Rusya bile telepatilerle uğraşmaktadır. İlk defa, “manâyı madde ile idam ettim” diye ilânatta bulunmuş olmasına rağmen, bugün Rusya, belki kapitalist dünyâdan da önce, telepatik yollarla haberleşme imkânlarını değerlendirme çalışmaları yapmaktadır. 20-50 kişilik bir biyofizik doktorlar heyeti, bu mevzûda birçok deneme gerçekleştirmiş bulunuyor. Bunlar, 300 kilometre mesafede elektrik ve ışıktan tecrit edilmiş bir odada bulunan bir adamla muhabere yapma yolunu denemektedirler. Yabancı dinleme istasyonlarının tespit sahasına girme tehlikesi bulunmaksızın, denizaltılarında da aynı usulle haberleşme ve madde ötesi, beden ötesi kuvvetlerle muhabere imkânlarını araştırmaktadırlar. Ve hedefledikleri nokta, 3000 kilometre ötedeki kimse ile konuşup 30-40 sayfalık mesajlar almak, birinin orada dikte ettiklerini buradaki medyum vasıtasıyla aynı anda tespit etmek ve neticede yakalanma ve takip edilme tehlikesi bulunmadan, masrafsız bir casusluk şebekesi kurmaktır.

Evet mesele, pozitif hüviyette bile, en maddeci insanların elinde bu kadar hüsn-ü kabûl ve itibâr görmektedir. Bir Rus, bu meseleye itibâr gösterse ne olur, göstermese ne olur ama, bu demektir ki, Nebî’nin mucizesini, velînin kerametini ve ruhun hissetme ve sezmesini inkâra yol yoktur. Bu demektir ki, bu harikulâde şeylerden bir tanesi olsun devrimizde alâka ve kabûl görüyorsa, o halde, artık mucizeye sırt çevirmek imkânsızdır. Üniversite mehâfil ve kürsülerinde ve entellektüel çevrelerde her nasılsa kendine yer bulan birinin velînin kerametini ve hiss-i kable’l-vukûunu hallüsinasyon deyip reddetmesi, bundan böyle söz konusu olamayacaktır. Asrımızda mekanik fiziğin duvarları çatırdamakta ve fizik eski kaideleri itibariyle adeta yıkılmaktadır.

Kim bilir, belki de yakın bir gelecekte fizik ve tabiatın aslen kendi ötelerinde bir kısım kuvvetlerin hâkimiyeti altında bulunduklarını göreceğiz. Tabiat, manâ ve kuvvetler karşısında mahkûm olup, bir oyuncak gibi kullanılacak ve madde kendi kalıpları içine sıkıştırılarak, kendisine kabiliyet alanına girmeyen bazı şeyler de yaptırılabilecektir. Evet, madde üzerinde ruh, melâike ve madde ötesi kuvvetler hâkimdir. Ruh asıl, madde ise ona tâbîdir. Ve bu tenteneli perde, maddenin verâsı, mekânla kayıtlı olmayan ruh tarafından müşâhede edilmekte ve ruh, her şeyin özünü, yani içten geçenleri okumaktadır.

Bugün, bütün dünyada ele alınır hale gelmiş bulunan telepati, uzaklarla haberleşme ve gelecekten haber verme gibi vâkıalar, esasen kadimden beri bizim cephemizde bilinen şeylerdi. Fakat belli bir devrede biz, bunlara “velînin kerametidir, yüksek ruhların keşifleridir” derken ezilip, büzülüyorduk. “Bu, velînin insanın içini okuması, aklından geçeni söylemesidir” diye konuştuğumuzda, “aman alaya alınmayalım” diye korkuyorduk. Ve, “bu, bir velînin başka bir velînin dublesiyle ittisal peyda etmesidir; ruhlarının kontak kurup, birbiriyle haberleşmesidir” dediğimizde, hafife alınıyorduk. Şimdi ise, çok şey değişmiş ve inanmayan insanlar bile, bu ve benzeri meselelerden bahseder olmuşlar.. kitaplar, mecmualar bu kabil şeyleri neşreder duruma gelmişlerdir. Evet, tekke ve zaviyelerde turûk-u âliyenin içinde inkişaf eden velîlerin, daha velâyet yolundaki ilk mertebeleri, kabirlerin keşfidir. Mezarın başına gelir, icabında oradaki insanın durumunu söyler veya dünyânın bir başka yerinde cereyan eden bir hâdiseyi, sözgelimi bir vapurun batmakta olduğunu haber verir ve çevresini uyarır. Velîlerin söylediklerinin, telepatiyle alâkası yoktur. Misâl olarak, çocukluğumda şahit olduğum, belki yüz vakadan bir ikisini nakledeyim. Bir defasında, o muhterem Muhammed Lûtfî Hazretlerinin yanına gitmiştim. Gözlerinde katarakt olduğundan, hiç görmezdi.. yanımda daha başka kimseler de bulunuyordu. Tekke’nin önüne vardık ve kapılardan birinin aralığından içeri baktığımızda karpuzlar gördük; haliyle içimizde bir karpuz yeme arzusu uyandı. Kendisi bizi ne gördü, ne de geldiğimizi duydu. Zâten görmesine de imkân yoktu; çünkü, yukarıda söylediğim gibi, gözleri görmüyordu. Hemen kapıyı açtı, iltifat ederek, “İçeriye gelin; ben falanı çağırayım da, size karpuz getirip kessin” deyiverdi.

Maddî sıkıntı içinde olduğum bir başka gün, üç-beş arkadaşla yine yanına gittik ve elini öpüp oturduk; tabiî halimi arz edemedim. Yanında ağniyadan bazı kimseler vardı. Ve, şöyle dedi: “Ben şimdi bu talebeme, okuduğu Arapça kitaplardan bazı sorular soracağım; eğer bilirse, hepiniz ona 10’ar lira para vereceksiniz.” Hâdise 1953’te oluyor. O gün, okumakta olduğum Molla Câmi’nin baş tarafından hep en iyi bildiğim yerleri sordu. Maddî sıkıntı içinde bulunduğum bir sırada en iyi bildiğim yerleri sorması, bende kanaat-ı katiyye hâsıl etti ki, nasıl biz bir kağıt üzerindeki yazıları okuyorsak, velîler de kalpte manâ olarak tütüp duran şeyleri öyle okuyorlar. Şimdi bunları madde ile izah etmenin imkânı var mı?

Bazen olur, bir kesekâğıdıyla incir getirilir.. Ne incirlerin sayısını bilir, ne de yanında oturanların. “Herkese 3’er tane dağıtın” denir ve dağıttığınızda bakarsınız ki, tam denk gelmiş. 4’er tane dağıtsanız olmaz. Yine, “şurada bulunan bardakları getir, herkese birer bardak çay ver” der; bardakları getirir, çayı dağıtırsınız; bir de görürsünüz ki, herkese bir bardak çay düşmüştür.

Bu tür hâdiseler bir tane olsa, “rastlantıdır” dersiniz ama, bir mecliste belki elli defa cereyan ediyorsa, artık ona “tevafuk Hakk tarafından rastgetirilmiş” demek icabeder. Kurbiyet-i İlâhî’ye mazhar olan kişilerin kutsi hadîsin ifâdesiyle- “Cenâb-ı Hakk gören gözü, işiten kulağı ve tutan eli olur.” Bu bir mazhariyet meselesi ve bir ihsan-ı İlâhîdir.

Ruhu, Beşerî Malûmatla da Anlamak Mümkün Değildir

Ruh, basittir, terkip edilmiş değildir. Madde, atomlardan, atomlar da çeşitli parçalardan meydana geldiği için dağılıp çözülmeleri mukadderdir. Ancak ruhta durum böyle değildir. Onun varlığı sabittir, iyonlaşmaz ve dağılmaz. Mahiyeti böyle olduğu için de biz, onu bir maddeyi gördüğümüz gibi göremez ve laboratuara götürüp deney altına alamayız. Ancak, hariçte ve maddî âlemde müşâhede edip durduğumuz tezahürleriyle ruhun varlığını kabûl ederiz; ederiz ama, yine de mahiyetini bilemeyiz… Zâten, bir şeyin varlığını kabûl etmekle, mahiyetini bilmek tamamen birbirinden farklı şeylerdir.

Bir şeyi görmek için göze ihtiyacımız vardır ama, sadece maddesiyle gözün mevcudiyeti, görmemiz için kâfi ve yeterli değildir. Zirâ beyin, faaliyetini aralıksız ve arızasız devam ettirmedikçe göz, görme fonksiyonu eda edemez. Çünkü göz bir menfez, görme de beyne ait bir ameliyedir. Beyin için de durum bundan farklı değildir. O da, bünyesindeki bütün fakülteleri çalıştırabilmek için, merkezî bir sevk ü idare kuvvetine ve devamlı surette kumandayı elinde tutan bir kumandana muhtaçtır.

Evet beyin, hiçbir zaman kendini aşıp da, üstünde hükmünü sürdüren ruha, “Senin mahiyetini bilemiyorum, öyleyse sen yoksun” gibi bir hezeyanla karşılık verip küstahlaşamaz. Zira, beynin kendi üstündeki mükemmel gücü kavrayabilmesi için, elindeki o geçmez akçeleri, kifayetsiz sermayeyi, kıt, yetersiz materyali ve madde ile sınırlı duyularını aşarak, bilkuvve kendinde mevcut olan bütün cihazlarını kullanması gerekecektir ki, ancak bu suretle, iç içe girift binlerce çember içinden ve gittikçe büyüyen daireler arasından geçip, ruh gibi sahilsiz bir denizin mahiyetini kavrama sınırına yanaşabilsin. Bu ise, Halk Âlemi dediğimiz şu madde âlemi itibariyle mümkün değildir.

Ruh, mahiyeti anlaşılamadığından dolayı tarif de edilemez. Bu meselenin ifratı, ruhu inkâr, tefriti de, tıpkı bir madde gibi onu tarif etmeye kalkışmaktır. Ruh tarif edilemez, çünkü onu tarif etmek isteyecek olan insan, çoğu zaman kendi dünyasına ait eşya ve hâdiseleri dahi tarif etmekten acizdir. Sözgelimi, hayatında hiç bal yememiş bir insana, ne kadar usta bir edip de olsanız balı tarif edemez ve mücerret sözlerle ona balın verdiği hazzı veremezsiniz. Hayatında hiç gül veya karanfil koklamamış bir insana da bu iki çiçeğin kokusunu sırf tarifler çerçevesinde duyurmanız mümkün değildir.

Konuştuğunuz dili anlamayan bir insana bütün bir kitabı okusanız, o bundan bir tek harf dahi anlamayacaktır. Bu durumda karşımıza çıkan hakikat şudur: Hakkında söylenenler ne olursa olsun, ruha sıhhatli bir tarif getirmek mümkün olmadığı gibi, beşerî mâlumatla onu anlamak da mümkün değildir.

Bizde Maddemizin Sustuğu Anda Konuşan Cevher, Ruhtur

Halk Âlem’inde dahi konuşmaların farklı farklı olduğu hepimizin mâlumudur. Burada konuşmadan maksadımız, insan dilinde açan hitap çiçeği değil, konuşma dahil her türden anlaşma ve haberleşme çeşididir. Çünkü her türlü anlatma tarzı, bir çeşit konuşmadır.

Sadece bizim duyma sahamıza giren o kadar çok ses türü var ki.. evet, iki taşı birbirine vurduğumuzda çıkan sesle, iki ağaç parçasından veya iki demir çubuktan çıkan sesler birbirlerinden ne kadar da farklıdır! Yerin altından kaynayarak gelen suyun sesiyle, yatağında sessiz sessiz akan suyun sesi bile değişiktir. Fırtına ve kasırganın o korkutucu sesinin yanında bir saba rüzgârının, bir meltemin sesi ne kadar munis gelir insana. Gök gürültüsü de bir sestir, içe ürperti veren bir ses; yağmurun büyüleyici sesinde ise bir sekîne gizlidir.

Ormanların sakinleri de kendilerine has sesler çıkarırlar. Kimi kulak tırmalayıcıdır, kimi huzur verici. Gök mavisinin çocukları kuşlar, onlar da ayrı ayrı sesler çıkarırlar. Bülbül şakır, karga ciyaklar. Nasıl ki, şu madde âleminin kendine has ve çeşit çeşit konuşma şekli var.. ve böyle olması hikmet açısından bütün varlığın tekdüze bir ses çıkararak konuşmasından daha muvâfıksa, Cenâb-ı Hakk’ın da her âlemle konuşması farklı farklıdır. Melekle ayrı, nebîyle ayrı, ilhâm yüklü veliyle daha bir ayrı konuşan Allah (cc), insanlara kitabıyla hitap ederken, dağa, taşa ve semaya başka türlü hitap eder. Arı ve emsaline olan vahy û ilhamı ise bütün bütün başkadır.

Berzah âleminin kendine mahsus bir konuşma dili olduğu gibi, Mahşer’le Cennet ve Cehennem’deki konuşmaların da, yine o âleme göre olacağı anlaşılmaktadır.

Şimdi biraz da kendi âlemimize dönelim: İnsanların kendi aralarındaki konuşma ve anlaşma tarzları da çok çeşitlidir. Yeryüzünde binlerce farklı dil vardır. Hattâ, harekete dökülerek ifâde edilen his ve duygu dünyamızın manâlarını jest ve mimiklerimizle çok farklı olarak ifâdelendiririz. Her milletin veya aynı millet içindeki çeşitli kavim ve kabilelerin, sevinç ve sürur ifâdelerini gösteren hareketlerinin bu kadar değişik olmasını başka neyle ifâde edebiliriz! Zaten örf ve âdetlerin çeşitliliği de, bize bu manâda bir fikir vermekte değil midir?

İnsan, kompütürler vasıtasıyla konuşurken de ayrı bir dil kullanır ve bu, onun normal konuştuğu dilden çok farklıdır. Belki o, ilerde robotlarla daha farklı konuşacaktır. Ve hele, insanların telepati yoluyla konuşmaları, bize daha başka âlemlerde daha başka konuşma şekillerinin olduğunu göstermektedir. Ayrıca medyumların, hipnotizmacıların ve ruh çağıranların dilleri de başka başkadır. Bir de, insanın dilini kullanmaksızın kendisiyle içten içe konuşması vardır. Buna “nefsî konuşma” denir. Aslında konuşma deyince ilk akla gelen lafzî konuşmadır ki bu, irâde ve beynin fonksiyonlarıyla, ses telleri, boğaz, dil… vs. yardımıyla dışarıya döktüğümüz manâ alfabesi, kulakların duyduğu, muhatabımızın dinlediği, dilde açan bir hitap çiçeğidir ve ölüme kadar giden bir konuşma tarzıdır. Fakat, nefsî konuşmada dil ve dudaklar hareket etmez… Muhatabımız, kendimiz olabileceğimiz gibi, bir başkası da olabilir. Muhayyilemizin kanat çırpışları oranında tamamen başka dünyalarda, başka âlemlerde yaşar ve belki de bizim dünyamıza hiç uğramamış varlıklarla oturur sohbet ederiz, hem de birbirimizin dilinden anlamak sûretiyle…

Rüyâların da kendine has bir dili vardır. Bedene ait uzuvların âdeta yarı ölü olduğu uykuda biz, ne hâdiseler yaşar, ne günler geçirir.. kimlerle ve neleri konuşuruz. Bazan kahkahalarımız dağları sarsar, bazen hıçkırıklarımız yürekleri dağlar… Biz bu hengâmeleri yaşayaduralım, başka bir buudun adamı olan ve o anda yanıbaşımızda oturan insanların bundan zerre kadar haberi bile olmaz. Ne kahkahalarımız onları kızdırmış, ne de hıçkırıklarımız yüreklerini sızlatmıştır!..

Evet, maddemizin sustuğu anda bizde konuşan bir cevher vardır ki, biz ona ruh diyoruz. Bir başkasının ona başka isim vermesi, işin mâhiyetini değiştirmez. Ayrıca his, duygu ve latîfelerin de kendilerine has birer dilleri ve kendilerine mahsus birer konuşma şekilleri vardır.

Kirliyan Metodu ile Ruhun Misâlî Bedeninin Fotoğraflarının Çekildiği de Söylenmektedir

Kirliyan fotoğrafçılığı, yüksek frekansta çekilen resimlerle misâlî bedenleri tespit etmektedir. Kolları kesik birinin kirliyan fotoğrafçılığı ile çekilmiş resminde görülen kolları, rûhun üzerine giydirilmiş olan misâlî bedenin görüntüsü olsa gerektir. Kazakistan’da, Alma Ata Kirov Üniversitesinde yüksek frekans deşarjı altında bir organizmanın yaşayan hareketli dublesi görülmüştür.

1968’lerde ‘Kirliyan Metodunun Biyolojik Esasları’ ismiyle bir kitap yayınlandı. Fotoğraflarda, kesilmiş uzuvların yerlerinde ikinci beden (Biyoplazmik beden) görülüyordu.

Amerikalı doktor Watters da, inbisat odasında su buharının iyonlar üzerinde birikmesinden hareketle ikinci bedeni tesbit etti. Elli kadar çekirgeyi eterli pamuklara sarıp, öleceklerini tahmin ettiği andan itibaren odaya su buharı salarak fotoğraflarını çekti. Ve neticede öldükleri anlaşılan onüç çekirgenin hayâllerinin plâkalarda fotoğrafla tesbit edildiği görüldü…

Kirliyan Metodu ile Ruhun Misâlî Bedeninin Fotoğraflarının Çekildiği de Söylenmektedir

Ruh, Âlem-i Emir’den gelen şuurlu bir varlık olup, Âlem-i maddîden değildir. Âlem-i maddî veya Âlem-i Şehadet, gördüğümüz ve şahit olduğumuz şu âlemdir. Bazen ‘Mülk’ ve ‘Şehâdet’ Âlemi de denir. Allah (cc) bu âlemde öldürür, diriltir; yeni yeni vücutlar yaratır, ibda’ ve inşâ eder. Yaratılan bu vücutlar, belli bir şekle bürünür, süslenip tezyin edilirler. Bitkiler, hayvanlar ve insanlar, bu âlemi teşkil eden canlılardır. Zerreden küreye ve bütün gökyüzü sistemlerine kadar gözle görülüp, elle tutulan ve boşlukta bir yer işgal eden bütün maddî varlıklar, madde âlemi dediğimiz bu âleme dahildirler…

Âlem-i Emir, maddî ölçülere girmeyen ve daha ziyade kanunların hâkim olduğu bir âlemdir. Bu âlemde esas olan, madde değil, manâdır. manâyı kavrama ve yakalama mümkün olmadığı için biz, sadece bu âlemin Mülk ve Halk Âlemi’ne uzanan fonksiyonlarını görür ve ancak bunlarla Âlem-i Emr’i anlamaya çalışırız. Konuyu akla yaklaştırmak bakımından müşahhaslaştırmak icab etmektedir:

Meselâ: Bir tohum veya çekirdeği ele alalım. Maddî âleme ait olan bu tohum, içinde taşıdığı hayat düğümü itibâriyle, Emir Âlemi’yle de alâkalıdır. Zirâ her tohum ve çekirdekte, onun hayatının tespit edildiği merkezi ve canlandırma, nemâlandırma ve gelişmeye tâbi tutma kanunu vardır. Tohumdaki bu hayat düğümü çatlar, açılır, rüşeym başını çıkarır; derken filiz haline gelir ve nihayet ağaç olup meyve verir. Bu, ondaki nümüvv kanunu sebebiyledir. Fakat bu kanun, gözle görülüp elle tutulmaz.. sesi de duyulmaz. Sadece biz, bu kanunun hükmettiği vücuda ait o maddî varlığı fizikî gelişmesi içinde safha safha takip ederiz. Yani Âlem-i Halk’a bakan yönünü görüp müşahede eder, Âlem-i Emir’e ait yönünü ise görmeyiz, fakat kabul ederiz; çünkü, maddî sebeplerin böyle bir netice vermesi mümkün değildir. Yoksa, bir toprak zerresinin ve bir parça hava unsurunun, yeryüzündeki bütün bitki çeşitlerini bilip tanıması ve milyonlara baliğ bu çeşitleri ayrı ayrı şekillendirecek makina ve tezgâhlara sahip olması gerekir ki, bu da, bitkiler adedince muhalleri kabul etmek demektir.

Ve yine ana rahmindeki sperm de, tıpkı toprağın bağrındaki tohum gibi yumurtada bulunan “nümüvv kanunu” ile gelişir.

Annenin döl yatağı her ay boşalır, bu bir kanundur. Sonra duvarları, muhtemel misafir sperm için vitamin depoları olarak hazırlanır ki, bu da bir kanundur. Anne rahmine doğru harekete geçen milyonlarca spermden sadece biri, yarışı kazanıp yumurtanın zarından içeri girer ve ardından hemen kapılar sürmelenir. İşte bir kanun daha! Sonra, Kur’ân’da ifâde edildiği gibi, sperm, devreler halinde üç karanlık odada hücre, doku ve organ safhalarını geçirir -bu da bir kanun- ve daha nice rahmet harikalarıyla beslenir. Bütün bunlara embriyolojik kanunlar diyoruz. Ceninin geçirdiği bu safhaları bugün cihazlarla tespit edip izleyebiliyor, fakat bu gelişmelere hükmeden kanunları göremiyoruz…

Aynı şekilde, itme-çekme ve yerçekimi gibi kanunların mevcudiyeti de herkesçe kabûl edilen bir mesele olmakla birlikte, kendilerini görmemiz mümkün değildir. Bizim gördüğümüz, ancak bu kanunların madde âlemine akseden fonksiyonlarıdır.

Ruh da bir kanundur.. ve, verdiğimiz misâllerde açıklamaya çalıştığımız kanunlar cinsindendir. Şu kadar var ki, diğer kanunlarda şuur ve idrak bulunmamasına karşılık, insan ruhu, şuur ve idrak sahibidir.

Allah (cc), ruhu “Kün” emrine ait âlemden göndermiştir. Kur’ân’da, Efendimize (sav) ruh anlatılırken, “Ruh Rabbimin emrindendir, de” (İsra, 17/85) ifâdesi içinde “Rabbî” denilip, “Rabbü’l-âlemîn” denilmemiş olması, onun Halk Âlemi’ne ait olmayıp, Emir Âlemi’ne ait olduğunun delillerindendir.

Melek, Ölüm Anında Nasıl Görünür?

Her insanın kendine ait bir mertebe ve derecesi vardır. Hasenat ve seyyiatına göre kazandığı mertebe ne ise, Azrail’le (as) işte o mertebede karşılaşır. İyi bir insanın vefatı hengâmında bir sürü melek beşaşet gamzeden simalarıyla ve ümit veren keyfiyetleriyle kendisini kuşatır. Sonra, bu meleklerin seyyidi Hz. Azrail (as) belirir, Allah’ın (cc) selâmını tebliğ eder ve kendisine ruhunu kabzedeceğini söyler. İyi ruh, iyi kabzedilir. Sahîhayn’da yer alan rivayetlere göre, Azrail (as), avanesiyle, o kişinin yaşadığı hayata göre hususî bir surette gelir. Meselâ, Kur’ân ehline bir şekilde, cihat yapmış olan ruha ona göre ve daha başkalarına başka surette görünür ve ruhlarını kabzeder.. Kısaca, iyi kimselere Azrail (as) ve avanesi de iyi görünür ve iyi muamele eder.

Habîs, denî ve kötü kişilerin ölümü esnasında ise melekler sevimsiz, ürkütücü ve dehşet verici tarzda gelirler. O kişinin, onları görünce ödü kopar. Ardından Azrail (as), dehşet saçan bir vaziyette gelir baş ucuna oturur ve ona, onun iç dünyasına göre muamelede bulunur.

Cehennem Azabını Ruh mu Yoksa Ceset mi Görür?

Bazı felsefeciler, bir takım Mutasavvife ve Hıristiyanlar, sadece ruh azap görür diyorlarsa da, biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, cesedin ruhla beraber haşrolacağına inandığımız gibi, vücudun ruhla beraber azap göreceğine de inanırız.

Zirâ, ruhla cesedin durumu, topal ile körün durumu gibidir: Kör topalı sırtına alır, topal da köre yolu târif eder ve böylece ikisi yol almış olur. Ruhla ceset, dünyâda olduğu gibi, Ahiret’te de hem azapta, hem de lezzette müşterek olurlar.

Kaldı ki, âyet ve hadîsler, cesedin ve uzuvların göreceği azaptan da, tadacağı nimetlerden de sarahaten bahsetmektedir. Ahiret hayatına muvafık bir beden düşünmeden, nimetlerden nasıl istifade edilebilir ki? Sonra, ruhla birlikte cesedimizin atomlarını da yaratan Allah (cc), ruhla beraber bedeni de diriltecek ve ya ta’zib edecek, ya da nimetlerle mükâfatlandıracaktır.

Kudret ve İlim O’nundur; dilerse öyle yapar, dilerse böyle. İnsan, her meselenin hakikatını bihakkın öbür âleme gidip, oranın sürprizleriyle yüz yüze geldiği zaman anlayacaktır. Çünkü, onları ne göz görmüş, ne kulak duymuş ve ne de onlar hatır ve hâyale gelmişlerdir…

Ölümden Sonra Ruhun Geçireceği Safhalar

İnsan ve hayvanın yaratılışları, mahiyet ve hususiyet itibariyle farklı olduğundan, ölümleri de farklıdır. İnsanların ruhunu ya bizzat Hz. Azrail (as), ya da yardımcıları kabzederken, hayvanların ruhlarını vazifeli melekler değil, bizzat Cenâb-ı Hakk alır. İnsanlar içinde peygamberlere bizzat Azrail’in (as) kendisi gelir ve çoğu zaman da geldiğini haber verir; meselâ, Hz. Âdem (as), Musa (as) ve Efendimiz de (sav) böyle olmuş, hattâ sahih bir hadiste ifâde edildiği üzere, huzura girip ruhunu kabzetmesi için Efendimiz’den (sav) izin istemiştir. Azrail’in (as) bizzat gelmediği durumlarda ise, vefat edenin derecesine göre ruh, ya Azrail’in (as) bir yardımcısı tarafından, yada bizzat kendi nezaretinde kabzedilir.

Her insana ayrı bir meleğin gönderilmesi, tekrim ve teşrif içindir. Her bir insanın ruhunu kabzetmek için müekkel bir melek vardır. Çünkü insan, mahlûkatın en şereflisi, en ekremi ve en mükemmelidir. Böyle olması ise, insanın kerametinin muktezasıdır. İnsanın bir ferdi, diğer canlıların bir nev’inin bütün fertlerine muâdil ve mukabil görülür; evet, insan bir nev’ iken, bütün nev’ler hükmündedir.. ve her insan, kendi kaderiyle yaşar. Onun hususî bir defteri ve 360 müekkel meleği bulunur. İnsan, bütün mazhar olduğu şeylerin yanında, ebede namzet ulvî bir ruh da taşıdığı için, önünde uzayıp giden bir sonsuz hayat adına ölmektedir. Bu hususî mahiyet ve mevkiine terettüp eden bir netice olarak, ruhu da hususan Azrail (as), ya da müekkel bir melek tarafından kabzedilir.

Hayvanlar hakkında ise, yukarıda ifâde edildiği gibi, basit ve umûmî bir hüküm verilir ve onların ruhlarını Allah (cc) doğrudan kabzeder. Çünkü hayvanlar, insan gibi mükellef olmamanın dışında akıl, şuur, idrak ve ebedle alâkalı bir ruha da sahip değillerdir. Onlar, Ahiret’te de ebedî bir hayat yaşamayacak ve Adalet-i İlâhînin muktezası olarak muvakkaten haşrolsalar bile, Cennet ve Cehennem, kendileri için ferden-ferda bahis mevzûu olmayacaktır. Sadece, Eshab-ı Kehf’in (ra) Kıtmîri, Sâlih Peygamber’in (as) devesi, Süleyman’ın (as) Hüdhüdü ve Efendimizin (sav) dayandığı hurma direği vs… gibi Cennet’e girecek olanlar, orada kendi nev’lerini temsil edeceklerdir.

İnsanla hayvan arasındaki bu fark, şuna benzer: Bir ülkede emniyeti ihlâl ve ihtilâle teşebbüs edenlerden yüksek makam ve rütbe sahipleri, Divan-ı Harpte yargılanıp idama mahkûm edilirken, rütbesiz asker kesiminin ise sadece silahları alınır. Hayvanat ve nebâtât taifesi için işte böyle basit ve umumî bir hüküm verilirken, insanlar şeref, makam ve mes’uliyetlerine binâen tek tek yargılanıp tecziye edileceklerdir.

Ruhlar Nasıl Kabzedilir?

Meleği kendisine kıyas eden insan, kendi sınırlı irâde gücüyle meleğin tasarrufunu anlayamaz. Melekler, ruhâni varlıklar olmaları keyfiyetiyle, zaman ve mekân kaydına girmeyip, aynı anda binlerce yerde temessül edebilirler. Bu, yüzlerce aynası olan odaya giren bir insanın, aynı anda yüzlerce aynada birden temessül etmesi gibidir. Azrail’in (as) aynı anda birden fazla ruhu kabzetmesi de böyledir.

Kişiyi gerçekte vefat ettiren, bizzat Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir. Fakat, ölümün yüzündeki zahirî çirkinlik Allah’a (cc) isnat edilip, Zât-ı Akdes hakkında nahoş düşüncelere sebebiyet vermesin diye, Allah (cc), icraatına Azrail’i (as) perde yapmıştır.

Vefat anında herkes Azrail’le (as) kontak olur. Bir hastalık, musîbet, kaza, kısaca herhangi bir sebep baş gösterince, hemen Azrail’le (as) irtibat kurulmuş olur. Bu yüzden, Azrail’in (as) onu aramasına lüzum yoktur. Diyelim ki, muhtelif dalga boylarında neşriyat yapan bir cihaz geliştirilse.. ve bu cihaz, bir düğme ile bin frekansta neşriyat yapsa, aynı anda pek çok cihazı durdurur. Aynı frekanstaki belli bir nokta ile hepsi birden kontak olduğundan, yayın kolayca gerçekleşebilir. Allah’ın (cc) icraatında da bu vüs’at ve dolayısıyla da böyle bir sühulet ve kolaylık mevcuttur.. bir emirle binler askerin hareket etmesi ve güneşin aynı anda binlerce cam parçası ve su kabarcığında yedi rengi, ışığı ve hararetiyle temessül etmesi misali böyle bir teveccüh ve temasla aynı ölüm frekansında buluşan herkes, Azrail (as) dokunduğu anda ruhunu teslim eder. Tıpkı, bir elektrik şartelinin düğmesine dokunmakla, aynı anda yüzlerce âvize ve lambanın sönmesi gibi…

Ruh, Cesetten Nasıl Çekilip Alınır?

Herkes, ölürken başka bir şey hisseder.. ve hiç kimse, hissettiği şeyi ifâde etme fırsatı bulamadığı için, kimin ne hissettiğini şimdiye kadar öğrenmek de mümkün olmamıştır. Ne var ki, yine de umumî bazı şeyler söyleyebiliriz: Güzel yaşamış olanlar, güzel şeyler hissederler; kötü yaşamış olanlar da, kötü şeyler. Güzel yaşayan, tebessüm ederek ve tatlı şeyler müşâhede ederek gider. Perispirisi kendisinden ayrılıp giderken, geride bıraktığı ceset tebessüm eder. Ağzına lokum verilen sünnet çocuğunun, sünnet olurken farkına varmaması misâli, Nebi ve şehîd ruhları kabzolurken Cennet pencereleri açılır ve -Efendimiz’in (sav) ifâdesiyle- onların ruhları testiden suyun rahatça akması gibi çıkar.. ve ruhları çıkarken, bedenleri de gidecekleri yerin müşahedesiyle beşaşet içindedir. İyi insan için ölüm, hiç de korkulduğu gibi değil, aksine çok tatlı ve lezzetlidir.. verası da öyle…

Uhud’da şehid olan Abdullah İbn Amr (ra) için, oğlu Câbir’e (ra) Efendimiz (sav) şöyle buyurur: “Bilir misin, Allah babanı nasıl karşıladı? Bunu ne göz görmüş, ne kulak duymuş, ne de bir beşer tahattur edebilmiştir. Öyle karşıladı ki târif edilmez. Baban dedi ki: “Ya Rabbi, beni dünyâya iâde buyur da, şu tatlı ölümün neşvesini arkada kalanlara da anlatayım.” Allah, “Artık geriye dönme yok; o bir kereydi ve artık bitti. Fakat Ben, sizin durumunuzu onlara haber veririm” buyurdu. Sonra da, şu âyet nâzil oldu:

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma, hayır (onlar) diridirler, Rableri katında rızıklanmaktadırlar. ” (Âl-i İmran, 3/169). Bu, Allah yolunda şehid olan herkes için mutlaka bir beşarettir.

Efendimiz (sav), vefatı hengâmında her kendine gelişinde “Namaz, namaz!…” diyordu; Hz. Ömer (ra) de, aynen Efendisi gibi “Namaz, namaz! …” diyerek vefat etmişti. Hz. Halid b. Velid (ra) de, vefat anında “Atım, kılıcım, getirin onları, son bir kere daha göreyim” diye inliyordu. Hanzala’nın (ra), Saad bin Muaz’ın (ra) vefatlarına gökler ağlayıp harekete geçiyor, melekler gasl ve definlerine iştirak ediyorlardı. Osman Efendimiz (ra), Kur’ân okurken, Ali Efendimiz (ra), camiye giderken şehit ediliyordu. Bunlara karşılık, çokları da içki masasında, kumar başında, fuhuş yuvasında son nefesini veriyordu. Evet, nasıl yaşamışlarsa öyle ölüyorlardı…

Firavunlaşmış ruhlar, dikenlere takılmış ipek gibi çekilir. Dubleleri kendilerini bırakıp giderken, geride işmizaz ve ekşi yüzler bırakır. Melekler, böylelerinin canlarını çok çetin alırlar. Onların canları, dikenlere takılmış pamuğun ayıklanması gibi çok zor çıkar.

Vefattan Sonra Ruh Ne Olur?

Vefattan sonra ruh, Allah’ın (cc) huzuruna kadar yükselir. Efendimizin (sav) beyanına göre, ruh çıktıktan sonra melekler onu bir atlasa sarar ve Mele-i Â’lâ’ya kadar götürürler. Uğradığı her menzil ve tabakada, “Bu ne güzel ruh, bu kimin ruhu?” diye sorarlar. Melekler, onun yeryüzünde anıldığı en güzel isim ve ünvanlarıyla tanıtarak, “Bu, namaz kılan, din uğrunda binbir mehâliki iktiham eden falanın ruhu” derler ve herkes, hüsn-ü istikbâl eder. Nihayet, semavatın üstünde Huzur-u Rabbi’l Âlemîn’e çıkarılır. Cenâb-ı Hakk, hüsn-ü kabul gösterir ve “Bunu tekrar kabre götürün; Münkir-Nekir’in suâline hazır olması için, cenazesinin başına koyuverin” buyurur. Bunun üzerine onu suâl-cevap için geriye getirirler. Orada, “Men rabbüke ve men Nebiyyüke ve mâ dînüke?” suâllerine cevap verir…

Kötü insanın ruhu ise her yerde kötü karşılanır. Seb’a-semâvât’ta nefretle yâd edilir. Huzur-u Kibriyâ’dan da baş aşağı atılır. Münkir–Nekir’e cevap verecek hale gelemez ve cevap veremez. Çünkü, dünyâda lüzumsuz şeylerle vakit geçirmiş ve yararlı işlerde bulunmamıştı.. bu şekilde o, Kıyâmet’e kadar türlü türlü azap çeker.

Kabirde suâl vardır, tazyik vardır, fakat asıl hesap Mahkeme-i Kübrâdadır. Hadisin ifâdesiyle, kabir sıkar ve tazyik eder. Hesapsa, Haşir’den sonra görülecektir. Evet, Mizan kurulacak, defterler dağıtılacak, Sırat geçilecek, sonra da Cennet ve Cehennem’e sevindiren ve ürperten bir sevkiyat olacaktır. (Bu ve benzeri meselelerin teferruatı hakkında yazılmış pek çok kitap olduğu gibi, hadîs kitaplarında da yeterince bilgi mevcuttur).

Kabir, aynı zamanda dünyâda temizlenmemiş bazı günahların hesabının da yapıldığı ve temizlendiği bir yerdir. Asıl Hesap Günü’ne bırakılan büyük cinayetlerin yanında, önemsiz sayılabilen günah ve lekelerin bir kısmı, Allah (cc) tarafından ya bu damıtma odalarında giderilir, yada, büyük suçların muhakemesi ve cezası ilerde kurulacak büyük mahkemelere bırakılarak, -tıpkı dünyâ hayatında küçük polisiye vak’aların karakollarda, birkaç günlük sıkıntıyla atlatılması gibi- kabirde de ‘lemem’ denilen küçük günah ve hatâların hesabı görülüp, bitirilebilir.. dolayısıyla da çekilecekler çekilmiş ve ileriye bırakılmamış olur.

Ehl-i tahkik, Kur’ân ve Sünnet’e istinaden şöyle der: Büyük günahların yanında küçük günahları da olan kimselerin bir kısım kusurları, dünyâda çekilen sıkıntı, musibet ve hastalıklarla temizlenirken, bazısı da vefat anında silinir ve kalanlar da, Büyük Mahkeme’ye bırakılmasın, orada hizlana maruz kalınmasın diye, kabirde üçüncü bir temizleme ameliyesinden geçer. Kabrin temizleyemeyeceği ölçüde kabarık olan leke ve günahlar ise, ilerde Haşir Meydanı’nda, Terazi’nin başında, Sırat’ta ve daha da olmazsa Cehennem’de temizlenecektir. (Allah, bizleri burada temiz yaşatsın ve kirlerimizin oralara kadar temâdisine meydan vermesin!)

Bir kısım hadîslerden öğrendiğimize göre, Hz. Abbas (ra), şiddetle arzu etmesine rağmen, Hz. Ömer’i (ra) ancak vefatından tam altı ay sonra rüyâsında görebilir ve sorar: “Neredeydin ya Ömer?” “Sorma” der, “hesabı henüz verebildim.” Belki, orada üzerinde en ufak bir iz kalmasın diye Mevlâ, onu böyle bir ameliyeye tâbi tutmuştur. Evet, günah ve zellelerin küçüklerini temizlemede kabrin sıkması ve tazyiki büyük bir rol oynar. Acı bir ilaç ama, arkada Cennet şifası var.

Kabir sıkmasını Sa’d b. Muaz (ra) gibi seviye insanı bir sahabide de görüyoruz. Sahih hadis kaynaklarına göre, Muaz (ra) kabre konunca Efendimiz (sav), “Fe sübhânallah, kabir Sa’d b. Muaz’ı da sıkarsa!” buyururlar. Demek ki, kabrin tazyik etmiyeceği insan yok. O Sa’d ki, vefâtında Cibril (as) gelip “Sa’d’ın ölümüyle Arş ihtizaza geldi Ya Rasûlellah!” demişti. Cenazesine iştirak eden Efendimiz (sav) ayaklarının ucuna basarak yürüyünce, sebebi soruldu ve şöyle cevap verdiler: “Cenazesini teşyî’ için o kadar melâike geldi ki…” Sa’d (ra) oydu… Sıkma da bu… Ya biz!

Belli hücrelerin koloniler teşkil etmesiyle kurulmuş bir devlete benzeyen bedene tek tek her hücreyle münasebet içinde hükmedip, emir ve direktiflerde bulunan ruh bedenden ayrıldıktan sonra da bir takım hücreler, hayatlarını muvakkaten sürdürebilir. Eğer bazı beyin hücreleri 50-150 saat ölmeden, değişmeden kalabiliyorsa, o zaman bu müddet zarfında, beyinden kendi diline mahsus bazı sinyaller, haberler ve mesajlar almak, pekalâ mümkün olabilir. Senelerdir, bilhassa faili meçhul cinayetleri aydınlatmak için bu mevzûda çalışmalar yapılmaktadır. Hususiyle, beyinde ölmeden kalan hücrelerin dilini anlayıp, şifresini çözebilecek elektronik beyin misali aletler icat edilebildiği ve bu yolla faili meçhul cinayetlerde katiller tespit edilebildiği takdirde, Hz. Musa (as) zamanında bir maktulün canlanıp, kendi kâtilini haber verme hadisesinden bahseden ayetin (Bakara, 2/73) sırrına yaklaşılmış olacaktır.

Vefâttan Sonra Ruhlara Gönderebileceğimiz En Büyük Hediyeler Nelerdir?

Her şeyden önce, dünyadan göçen ruh, o âlemlerde kendisine lâzım olacak hediyeleri, erzakı ve istifade edeceği hemen her şeyi, bu dünyâdan bizzat kendisi götürecek, İlâhi bir kaide olarak her nefis, burada kazandığını orada hazır bulacaktır. Nasıl bir ülkeden diğerine geçilirken pasaport ve vize isteniyorsa, aynen bunun gibi, kabirde başlayıp tâ Cennet’in kapısına kadar uzanan hayatında da insandan şekil ve kalıp değil, kalpte iman ve amel-i salih istenecektir. Ayrıca, şefaat dairesine girebilmek için de, adres bırakmak, alında, yüzde nur, işaret ve alâmet taşımak gerekecektir. Binaenaleyh, giden nasıl ve neyle gitmişse, orada öyle muamele görecektir. Ancak, üç menfez ve pencere vardır ki, bunlardan da istifade mümkündür:

1) Sadaka-i cariye denilen, insanların istifade edebileceği yol, köprü, cami, çeşme, mescit, vakıf müesseseleri ve bunları en verimli ve hayırlı şekilde kullanacak nesillerin yetişmesi için de yurtlar, yuvalar, mektepler ve müesseseler yapmak gibi salih amellerde bulunmaktır ki, arkada bırakılan bu türden bir müessese ayakta kaldığı müddetçe, Efendimizin (sav) beyanları çerçevesinde, iyi bir çığıra vesile olunduğu için Kıyâmet’e kadar orada yetişenlerin kazandıkları sevapların bir misli de, bu müesseseleri kuranların amel defterlerine kaydedilecektir.

2) İlim erbabının bıraktığı eserler de sadaka-i cariyedendir. Âlim, kapasitesine göre bunlardan alacağı mükâfatı alır. Ayrıca ilim erbabına omuz verme, sahip çıkma, hakiki ilim yolunda yürüyen ve ayaklarının altına meleklerin kanatlarını yaydığı nesle kanat germe ve onların kitap, defter, yiyecek ve giyeceğini temin etme şeklinde yapılan çalışmalar da, hayır cihetinde kapanmaz birer menfez ve birer sadaka-i cariye sayılabilir.

3) Giden ruh, ardından hayırlarda bulunacak ve hayırlı nesiller yetiştirecek hayırlı bir evlat ister. Allah, zaten çocuklarınızın dünyâsını hazırlamıştır; siz de onlara sahip çıkmış, müesseselerini hazırlamış, hizmet vermiş ve yetişmelerine itina göstermişseniz, bu takdirde arkanızda hayırlı evlatlar ve nesiller bırakmışsınız demektir. Ancak bıraktığınız böyle bir nesildir ki, Ahiret hesabına size yararlı olacaktır. Yoksa giden ruh, ne helva, lokma, yemek; ne yedinci, kırkıncı ve elli ikinci gece, ne mevlit, ne paralı hatim, ne telkin, ne devir, ne de duvara asılacak eski bir resim bekler! Frekans tutarsa onları ziyaret et, selâm ver ve kendi gönlünü hoplat; dilde duâ ve istiğfar, gözünde de damla damla yaş olsun.. ve onlara, o âlemde geçer akçe olan hediyeler gönder!

Hayvanlar, Ölürken Ne Hissederler?

Hayvanlar, insanlar gibi mükellef olmadıklarından, ruhları kabzedilirken belki hiç acı duymazlar. Tepinmeleri adalî, asabî ve bilmediğimiz, tatmadığımız daha başka bir durum ve keyfiyetin ifâdesidir. Kim bilir, belki o çırpınma içinde kendi âlemlerine has bir lezzet de duyuyorlardır. Avrupa ülkelerindeki bir uygulama ve anlayışı dile getirelim:

1) Batılılar hayvanlarını Müslümanlar gibi kesmezler; ya elektrikle şoklar, yada boğazlarından şişlerler. Böyle bir davranış, kesim işinde bile Müslümanlara benzememe inatlarının bir ifâdesi midir bilemeyiz! Kendilerini de şöyle müdafaa ederler: “Siz keserken hayvan, tepinip acı çekiyor; biz ise, hayvan acı hissetmesin diye böyle yapıyoruz.” Fakat, bir gerçeğin farkında değiller. Her şeyden önce, kan damarları kesilen hayvanın çırpınmasının tesir ve tazyikiyle, ilim adamlarınca da zararlı olduğu teslim edilen kan, vücuttan güzelce boşalır. Şokla öldürülen hayvanın içinde kalan kan, ete de bulaşarak, yiyenin vücuduna geçer; oysa bizde kanın damlasını içmek ve onunla kirlenmiş elbiseyle namaz kılmak yasaktır. 1989 yılı başlarında İngiltere’de böbrek satışlarının yasaklanması gibi, bir gün gelecek, onlar da meseleyi kavrayıp, bizim sistemimize döneceklerdir.

2) “Kesilmekle hayvanın ölmesi uzuyor, tepiniyor ve dolayısıyla 15-20 dakika ona acı çektiriyorsunuz” diyorlar. Nereden biliyorsunuz acı çektiğini? Her tepinenin acı çekmesi gerekmez ki.. Önce de geçtiği gibi, kesilen hayvanda müşahede edilen durumlar, tamamen asabî ve adalî ihtilaçlardan ibaret olabilir… Hem, hayvanın acı çektiğini hayvan olmayan nereden bilebilir? Bir defa, sen hiç hayvan olmadın ki! Her şey gözden ve gözün gördüğünden ibaret midir ki, hayvan hesabına ve onun canı adına karar verilebilsin!

3) Kâinattaki her varlıkta daima bir üst mertebeye çıkma meyil ve şevki vardır. Bitkiler, “hayvanlar ve insanlar bizi yesin de, hayat derecemiz yükselsin” diye âdeta yarışır. Hayvanlar da, insan bedenine geçerek, hayatiyetlerini şuurlu ve ebede namzet bir vücutta devam ettirmek ister gibi bir yarış içindedirler. Evet, hayvanlarda akıl, şuur ve idrak yoktur ama, onlar da, Yüce Kanun Koyucu’nun kanununa uyarlar. Öyleyse bırakın hayvanlar, insana misafirliğe gidiyoruz diye çırpınmaya devam etsin!..

4) Belki de hayvan kendi âlemine has bir lezzetin ifâdesi olarak böyle çırpınmaktadır… Burada şu nükteyi de kaydedelim: Müslüman, Hakk’a teslim olmuş insan olarak her şeyini Allah yolunda feda eder ve şehit olur. Şehit olmak da, bir nev’i kurban olmak demektir. Yukarda da ifâde ettiğimiz gibi şehitler, kurban olmaktan bambaşka bir lezzet alırlar ama, dışardan baktığınızda onları da çırpınıyor görürsünüz. Oysa hakikat, tamamen başkadır. Melek eliyle getirilip, Hz. İsmail (as) gibi Allah’ın Ekrem kulu, nebîsi ve halifesi bir insana karşılık kurban olsun diye takdim edilen bir hayvan, tabir caizse hayvanlar âleminin şehidi için “Hayır, acı çekmiyor, belki kendine has bir lezzet alıyor” dersek, herhalde gerçeğe daha yakın bir yaklaşım ve tespitte bulunmuş oluruz. Kaldı ki, biz bunu ibâdet adına yapıyoruz.

Berzah Âleminde Ruh Ne Yapar?

Ruhlar, cesetlerinin bulunduğu kabirlere mânevî vasıta ve kablolarla bağlı bir kulak bırakarak, kendileri için bir nev’i kışla ve bekleme salonu olan Berzah Âlemi’ne giderler. Kabre intikalleriyle beraber ruhlar, birtakım temessül ve menfezlerle karşı karşıya kalırlar.

Dünyâdaki amelleri, o âlemde belli bir keyfiyet ve hüviyet kazanmış olarak karşılarına çıkar. Namazları, Kur’ân’ları, Allah (cc) yolundaki hizmetleri, tespihleri orada gönüllerine inşirah ve sürur verici birer enîs, birer dost olarak bulurlar. Cennet’e ait pencereler açılır; nazarlarına en lâtif sermedî manzaralar, güzel tablolar arz edilir ve cennetlerini seyredip dururlar. Dünyâda çirkin yaşayanlara, temessüller de çirkin olur ve onlara cehennemler gösterilir. Biri, Kıyâmet’in bir an önce kopmasını arzularken, diğeri hiç kopmamasını ister. Berzah âleminde Kıyâmet koptuktan sonra ne kadar kalınacağını ancak Allah (cc) bilir.

Berzah Âlemi’ne intikal eden ruhlar bizi duyabilirler, fakat biz onları duyamayız. Allah (cc) dilemeyince onlar da duyamayacağı gibi, yine Allah (cc) dilerse, buradakilere de duyurabilir. Kabirleri keşfeden evliyâ vardır. Efendimiz (sav), Bedir’de müşrik cesetlerinin atıldığı kuyunun başına varıp, “Allah’ın size va’d ettiği şeyleri gördünüz mü?” buyurmuşlardı…

Âli ve yüce ruhlar içinde Berzah Âlemi’ndeki ruhlarla temas kuranlar vardır. Muhyiddin İbn Arabî, ervah-ı âliye ile sık sık temas ettiğinden bahseder. İmam Süyûtî, Efendimiz’le yakazaten 70 defa görüştüğünü ve Ahmed Rufâi Hazretleri de, Aleyhissalâtü ve’s-Selâm’ın ruhuyla teşerrüf ettiğini anlatır. İmam Buhari’nin abdest alıp namaz kıldıktan sonra murakabe ile, rivayetlerinin doğru olup olmadığını Resûlullah’a (sav) arz ettiği nakledilen haberlerdendir… Rüyâ yoluyla görüşmek ise, zaten mümkündür. Kötü ruhlara gelince; buradaki iyiler onlarla niye görüşsün ki?!

Bir bakıma Kıyâmet’e kadar ayaklarında bir nevî zincir bulunduğundan, ruhlar bir daha dünyâya gelemez. Dolayısıyla, ruh çağırma seanslarında “geldi” denenler ruh olmayıp, cin veya şeytandır. Kötü ruhlar, zaten zincirli oldukları için gelemezler; iyi ruhlar da öylelerine gelmez. Şu kadar ki yüce ruhlar, her zaman dünyâyı gezebilir, iman adına yeni tekevvünleri tâkip edebilir ve mezarlarıyla münasebetlerini sürdürebilirler.

Hadîs-i Şerifler, Ümmet-i Muhammed’i mezarlar ve içindekiler hakkında hassasiyete dâvet etmektedir. Ayrıca, günümüzde parapsikoloji’nin de ortaya koyup kabûl ettiği bir gerçek olarak, her bir ruh, kendi mezarında yatan cesedinin atomlarıyla sonuna kadar münasebettar olup, zaman zaman onları ziyaret kastıyla mezarına girip çıkabilir. Binaenaleyh, kendi kemikleri, atom ve molekülleriyle münasebetini devam ettiren muazzez bir ruhun mezarına yapılan müdahaleler, hele yerine bina yapıp, sonra da o binada günah icra edilmesi, herhalde o ruhu rahatsız ve taciz edecektir. Günümüzde bunu teyit eden hâdiselere de çeşitli yerlerde çokça şahit olunmaktadır. Meselâ, Ankara’nın göbeğinde bir mezar, dozerlerle yerinden sökülememiştir. Yüzlerce insan, dozerlerin yolun ortasında çakılıp kaldığını ifâde etmektedir. Batılı yazarlar da, bu mevzûda çok şey söylemektedirler. Eskiden benzeri hâdiseleri cami imamlarımız anlattığında “ustura-hurafe” derlerdi; şimdi ise ilim adamları anlatıyor, hem de ilim adına.

Ruhlarla Beraber Ceset de Haşrolacak mı?

Önce şu hususu belirtelim ki, cesedin ruh ile münasebetinin keyfiyeti değişik âlemlere göre farklı farklıdır; bu âlemde başka, kabirde başka, berzahta başka ve Âhiret’te daha başkadır. Bu dünyâda biz, maddî cismaniyetimizin tesiri altında bir ruh ve ceset münasebetine şahit olmaktayız.

Pek çok ehl-i tahkik, zerrât-ı asliye denilen insandaki asıl ve temel zerrelerden bahseder. İnsanın ilk zerreleri, yani insan bedenine âdeta kâide ve temel olup, hadîste “acbü’z-zeneb”, yani kuyruk sokumu kemiğiyle ifade edilen bu zerrât-ı asliyenin tam nerede olduğunu tespit etmek mümkün değildir. Allah (cc), insanı bu temel zerreler üzerine kurmuştur ve Âhiret’te de onlar üzerinde haşredecektir. İnsana ait hususiyetleri camî olan bu zerreler, kim bilir, belki de genlerdir.

Eğer böyleyse, bir insandaki genler, bir yüksüğü ya doldurur, ya doldurmaz. Ama, bu kadarcık az bir şey, ruhla kontak olduğu zaman cismaniyet adına acı duyuyorsa, elbette lezzet de duyacaktır. İhtimal, haşir esnasında ve daha sonraki âlemlerde insanın bütün zerreleri değil de, kendine ait bu aslî zerreler ruh ile temas kuracak ve çoklarının parmak bastığı üzere, Allah’ın (cc) lûtfuyla, sağdan soldan alınmış diğer zerreleriyle birlikte, meyvelerin ve zeminin zerreleri gibi, şu dünyâda hizmet eden daha başka zerreler de cismaniyeti teşkil edecektir.

Bunun böyle olmasına mâni bir durum olmadığı gibi, zannediyorum aslında ma’kul olanı da budur. Diğer zerreler ise, o âleme muvafık şekilde asıl zerrelerin etrafında toplanıp, insan bedenini teşkîl edebilirler….

Rü’ya Hakikati, Çeşitleri ve Rûhun Rü’yada Geleceği Görmesi

Uykuya dalan bir insan, denize veya uzay boşluğuna dalan bir insan gibidir. Ya, gözleri bağlı dalar ve hiç bir şey görmeden geri gelir, ya elinde götürdüğü oyuncaklara kapılır, onların tesiriyle başka bir şey göremez; ya da denizdeki tatlı dalgalanmaların tesiriyle yakamozların parıltılı güzelliklerini ve semanın esrârengiz faaliyetlerini seyredip, onları kendi dünyâsına taşır. İşte, rüyâları da bu kategoriler içinde ele alabiliriz.

Bazıları vardır, sadece uyuduğunu ve uyandığını bilir; gözü bağlı karanlıklara dalmış gibidir ve dünyâsına hiçbir şey görmeden döner.

Bazen olur, şuuraltına atılan hâdiseler, yaşanmış heyecanlı vak’alar ve üzerine çok düşülüp, terdad ve tekrar ile şuura mal edilen meseleler, uyku esnasında şuur üstüne çıkar. Savaştan yeni gelmiş bir kimsenin aylarca yatağından heyecanla fırlamaları bu kabildendir.

Bir de hastalıklar, rahatsızlıklar, marazî ruh haletleri ve mizaç bozuklukları sebebiyle görülen rüyâlar vardır. Tuzlu yiyenin kendini göl başlarında görmesi, öfkeli yatanın kavgayla uğraşması, şehvetle düşüp kalkanın bu kabil şeyler görmesi gibi. Bir insanın devamlı rüyâlara bel bağlaması, rüyâ görmek için yatması, hülyâlara kapılması, kuluçkaya yatar gibi rüyâya yatıp, bunların tâbirine göre hareket etmesi, rüyâ görme hastalığına tutulmuş olmanın işaretidir.

Rü’ya Hakikati, Çeşitleri ve Rûhun Rü’yada Geleceği Görmesi

Uykuya dalan bir insan, denize veya uzay boşluğuna dalan bir insan gibidir. Ya, gözleri bağlı dalar ve hiç bir şey görmeden geri gelir, ya elinde götürdüğü oyuncaklara kapılır, onların tesiriyle başka bir şey göremez; ya da denizdeki tatlı dalgalanmaların tesiriyle yakamozların parıltılı güzelliklerini ve semanın esrârengiz faaliyetlerini seyredip, onları kendi dünyâsına taşır. İşte, rüyâları da bu kategoriler içinde ele alabiliriz.

Bazıları vardır, sadece uyuduğunu ve uyandığını bilir; gözü bağlı karanlıklara dalmış gibidir ve dünyâsına hiçbir şey görmeden döner.

Bazen olur, şuuraltına atılan hâdiseler, yaşanmış heyecanlı vak’alar ve üzerine çok düşülüp, terdad ve tekrar ile şuura mal edilen meseleler, uyku esnasında şuur üstüne çıkar. Savaştan yeni gelmiş bir kimsenin aylarca yatağından heyecanla fırlamaları bu kabildendir.

Bir de hastalıklar, rahatsızlıklar, marazî ruh haletleri ve mizaç bozuklukları sebebiyle görülen rüyâlar vardır. Tuzlu yiyenin kendini göl başlarında görmesi, öfkeli yatanın kavgayla uğraşması, şehvetle düşüp kalkanın bu kabil şeyler görmesi gibi. Bir insanın devamlı rüyâlara bel bağlaması, rüyâ görmek için yatması, hülyâlara kapılması, kuluçkaya yatar gibi rüyâya yatıp, bunların tâbirine göre hareket etmesi, rüyâ görme hastalığına tutulmuş olmanın işaretidir.

Şuuraltı ve bir hastalık neticesi olmadan, hülyâlara da kapılmadan, dupduru ve tertemiz duygularla beklenmedik anda görülen rü’yâlardır: Peygamberlerin, evliyanın ve salih kulların rü’yâları gibi. Bazen, sıradan inanmış, hattâ hiç inanmamış kişiler de bu tür rü’yâlar görebilirler.

Sâdık rü’yâlar, Allah (cc) tarafından lûtfedilen bir müjde, bir teşvik, bir ilhâm ve yol gösterme olabileceği gibi, îkaz ve ibret manâsında irşada yönelik de olabilir. Burada üzerinde daha çok duracağımız husus, ruhun daha ileri ve âlî bir münasebetini ifâde eden gelecekle alâkalı rü’yâlardır.

Bu rü’yâlar, gideceğimizde şüphe olmayan kabir ve ahiret âlemlerinden içinde yaşadığımız şu şehâdet âlemine dalgalar halinde gelen sızıntılardır. Beş duyunun ince bir zar mahiyetinde olan Âlem-i Şehâdet’e karşı kapanması ve uyanıklığa ait mekanizmanın kendiliğinden devreden çıkmasıyla, âdeta rûhun bu dünyâya ait uzuvlarla irtibatını sağlayan doğru akım fişlerinin çekilip, yerlerine gaybî âlemlerle ittısal ve bağlantıyı temin eden alternatif akım fişlerinin faaliyete geçmesi neticesi, şehâdet âlemine kapanan pencereler, bu defa misâl âlemine açılmış olur. Ve, açılan bu pencerelerden misâl âlemiyle ilgili temessülatla birlikte, manâ ve hakikat sembolleri, berzah âleminden akseden levhalar, basar ve basirete arz edilen tablolar ve geleceğe ait hâdiselerin sayfaları dolar. Bu itibarla rü’yâlara, insanı bu âlemden başka âlemlere taşıyan bir kısım sırlı kabinler veya zaman tünelleri denebilir.

Meseleyi bir başka açıdan ele alalım: Her şeyin var olmazdan evvel birer sabit aynı bulunur; yani, İlm-i İlâhî’de her şeyin sabit bir vücudu vardır. Ve, sonra bunlar, Kudret ve İrade’yle cismaniyet alemine intikal eder. Bu arada, yani, sabit aynalarla âlem-i ecsam arasında rol oynayan ayrı bir vasıta âlem daha vardır ki, buna Âlem-i Misâl, yani “temessüller âlemi” diyoruz. İşte cismaniyetten sıyrılan, muvakketen ceset kaydından kurtulan bir ruh, bedenini de tamamen terketmeksizin misâl âlemine doğru pervaz etmeğe başlar. O âleme yükselince, cismaniyete ait buudlardan çıkıp, apayrı buudlar içine girmiş olur. Bu buudlar içinde mazi, hâl ve müstakbel birbirine karışır. Ruh, orada bütün geçmiş ve gelecek zamanları görebilir. İki senenin Kadir Gecesini bir anda müşahede edip, iki Kurban Bayramını birden yaşayabilir. Bir yandan yirminci asırdayken, aynı anda Devr-i Risaletpenâhî’de yaşayıp, kendini sahabi görebilir. Nasıl olur demeyin! Meselâ, mahrûtî (konik) bir dağın eteklerinde veya bir köy evinde bulunan insan, o anda ancak kendi dar çevresini müşahede eder. Fakat, bir teleferik veya uçakla yükseldiğinde, dağın hem zirvesini, hem de dört bir yanını görebildiği gibi, bir ev değil, pek çok evler, hattâ köyler görebilir. Rü’yâlarda da böyledir. Trans halinde rûhun dublesi kendinden ayrılınca, misâl âlemiyle buudlaşıp, aynı şeyleri hissedebilir.

İşte, böyle Misâl Âlemi’nden rü’yâlar vasıtasıyla rûha intikal eden şeyleri insan, bir sinema perdesinde seyreder gibi seyreder; olmuşu, olanı ve olacağı aynı anda görebilir. Şu kadar ki, bu görüntüler bazen vâzıhtır, sarihtir; dolayısıyla kolay anlaşılır. Bazen, semboller şeklinde olur ve te’vil, tâbir ister. Meselâ, Misal Âlemi’nde gördüğünüz bir damla su, hakikatte elmadır. Misâl Âlemi’nde gördüğünüz pislik, bu âlemde mal demektir.. ve elinize para geçecek demektir. Eğer bu pislik -gaita- başkasına aitse, haram mal, size aitse, helâl maldır. Misâl âleminde sizi bir atın üzerine bindirirlerse, bu, muradınıza ereceksiniz demek olur. Bu sebeple, hakkında takdir olabileceğinden, rü’yâlarınızı hemen kendiniz te’vile kalkışmamalısınız. Hâlet-i ruhiyenizi bilen, bakışınızdan manâ çıkaran ve yüz hatlarınızdan kaderinizi okuyan hikmet ehli kimselere tâbir ettirmelisiniz!

Sâdık Rü’yâlarla İlgili Bazı Misâller

Prof. Seyyid Kutup, tefsirinde anlatır: “Amerika’da iken, rü’yamda Kahire”de bulunan kız kardeşimin kızının gözünde görmesine mâni olacak derecede kan gördüm. Yazdığım mektuba gelen cevapta, hakikaten gözünde iç kanama olduğu ve tedâvi edildiği yazıyordu.”

Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde anlatır: “Dördüncü Mehmed’in kızı Kaya Sultan, rü’yâsında dedesi Sultan Ahmed’i Cennet’te görür. Sultan Ahmed, Kaya Sultan’a , “Kızım” der, “Yeni Camii yapılırken eteğimle taş taşımıştım; Rabbim de beni Cennet’e koydu. Sen de gel.” Bu sırada, orada bulunan amcası Mustafa ise, “Kaya için bu kadar acele etme; bir kızı olsun, ondan sonra gelsin” der. Dedesi, bu niyetle “El Fâtiha” deyip, ellerini yüzüne sürer. Kaya Sultan, hakikaten doğum esnasında şehid olur.”

Rusya’da Tanrı’ya Dönüş isimli kitapta da, bu kabil hâdiseler ve rü’yâlar anlatılır. Anne Ostrovsky adlı bir yazarın annesi, Almanların Rusya’ya girmesinden beş sene evvel rü’yâsında savaşın çıktığını çoğu sahneleriyle görmüş ve bunlar o günkü gazetelerde neşredilmişti.

Çanakkale’de İ’tilâf kuvvetlerine kumanda eden Sir Hamilton, 1911 yılında rüyasında denizin derinliklerine doğru çekildiğini ve iki elin boğazını sıktığını görür. Uyandığında da, “hayalet gibi” dediği bir yaratığın çadırından yavaş yavaş çıkıp gittiğini fark eder. Hakikaten, Çanakkale onun için pek tekin olmamış ve kaçınılmaz bir tehlike olarak üzerine çökmüştü.

Bir arkadaşımızın hanımı gece yarısından sonra vefat eder; henüz kimsenin haberi yoktur. Sabah olunca, Kur’ân talimi için çocuklar camide toplanırlar. Ders esnasında 12-13 yaşlarında bir çocuk, “Ben gece şu arkadaşımın annesinin öldüğünü gördüm, doğru mu?” der.

Bir kadın, bir başka arkadaşı gibi anne olmayı beklemektedir. Bunlardan biri, diğerine “Önce sen anne olacaksın” der. “Nereden bildin?” diye sorulunca da, “Rü’yâmda bir aradaydık. Yere bir hırka düştü, sen gidip aldın” cevabını verir.

Aynı kadın, rü’yâsında dedesinin bir duvara dayalı merdivenden düşüp, ayağını kırdığını görür. Aradan bir ay kadar bir zaman geçtikten sonra gelen mektupta, “Hacı dede, cami duvarını tamir ederken, merdiven kaydı ve düştü; ayağı kırıldı, hastanede yatıyor” denmektedir.

Yine aynı kadın, dayısının bir masa başında tabanca ile vurulup öldürüldüğünü görür. Aradan dört sene geçer ve dayısının masada otururken kurşunlandığı haberi gelir.

Bu asrın başlarında Niels Bohr, rüyasında güneş ve güneşe ipliklerle bağlı dönen gezegenler görür. Uyanınca, bunlarla atomların yapısı arasında benzerlik olacağını düşünür.

Kimyacı Kekule, rüyâsında atomları ve yılan gibi bir şeklin belirip, kuyruğunu ağzına aldığını görür. Uyanınca, Benzen’in kimyada halka şeklindeki (altıgen) formülünü bulur.

Elias Howe, bütün denemelerine rağmen dikiş makinesinin iğnesini keşfedemiyordu. Bir gece rüyâsında, esir düştüğü vahşi kabilelerin elinde terler dökerken, birden muhafızların ellerindeki mızrakların uçlarında göz şeklinde delik gördü. Uyandı ve bir ucu delik, minik bir ‘mızrak’ yaptı.

Bunlar ve bunlar gibi yüzlerce misâl var ki, her biri, rûh’un sırlı âleminden gelen ışıktan birer mesaj gibidir.